NE VAR NE YOK

10.12.11

FİLMİ İLK İZLEDİĞİMDE...

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA

                                                               ŞİMDİ CANNES’DA


Sonunda dileklerim gerçek oldu ve Nuri Bilge Ceylan’ın filmini izleyebildim, hem de gala günü. Festival başladığından beri çevremdeki herkese bu filmi izlemeyi çok istediğimi belirttim durdum. Bir arkadaşım bir arkadaşına söylemiş, O da kendi tanıdıklarından rica ederek benim için davetiye buldu. Ondan öncesinde de yine tamamen arkadaşlarımın yardımıyla standa giderek yönetmen, yapımcı ve oyuncuları görme şansım oldu.

Cuma günü elimde davetiye uzun uzun baktım, Cannes’da yarışıyor olması, herkes tarafından bekleniyor olması bir yana, ben en son şu cümlede bırakmıştım NBC filmleri hakkındaki yazılarımı...

“Yolun açık olsun. Bir sonraki filmini daha çekmeden sevdirdin bana.”


 
2008 festival yazımın ardından üç sene geçmiş, NBC ‘nin yeni filmiyle festivale katılacağının haberini son günlerde almıştım. Büyük bir gizlilik içinde çekilen filmle ilgili hiç bir bilgim yoktu. Filmin fragmanını izlediğimde yanılmadığımı anlamıştım ama yine de merak içindeydim. Filmin süre olarak uzunluğu ve son gün galasının yapılacak olması heyecanımı biraz daha artırmıştı. Gala günü o kırmızı halıdan önce biz izleyicileri aldılar. Daha önce bir “Uzak”ı da bu halılardan yürüyerek ama gündüz izleyen birisi olarak içimde en ufak heyecan yoktu. Patlayan flaşlar, şık giysiler festivalin havalı kısmı hiç ilgimi çekmiyordu. Açıkcası o halılardan yürürken içimi sıkıntı bastı, hatta kendi kendime kızdım. Çok merak ettiğin filmi bu sevmediğin tantanalı kısımı yaşamadan da seyredebilirdim diye. Ama bunun için en az bir altı ay falan beklemem gerekirdi galiba, filmin vizyona girmesi için. Balkonda yerimize oturup yönetmen, yapımcı ve oyuncuların salona girmesini dev perdede izledik. NBC, filmin oyuncuları Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan ve senaryoda da emeği olan Ercan Kesal ile birlikte salona girdiler. Gözlerim Fırat Tanış’ı da aradı, fakat O gelememişti. Ardından filme diğer emeği geçenler içeri girdiler. Ve nihayet film başladı....

 
Aslında uzun uzun filmden bahsetmek, her sahnesini anlatmak istiyorum. Ama bunu yaparsam seyretmemiş olanlara haksızlık yapmış olurum. Bu nedenle sadece film hakkında genel düşüncelerimi yazacağım. NBC, İklimlerden sonra kamerasını daha kalabalığa yöneltmişti. Sessizlikten çıkıp, dışardaki sesleri de aktarmıştı bize. Bu filmde de özellikle diyaloglar (ki bunda senaryoyu birlikte yazdığı eşi Ebru Ceylan ve Ercan Kesal’ın büyük payları olduğunu düşünüyorum) mükemmeldi. Sadece gördükleri ile değil artık sözcükleri ile de anlatacak şeyleri vardı. Yaklaşık 1,5 saat süren gece sahnesinin nasıl geçtiğini anlamadım. Kah dışarda, kah arabanın içinde, ardından muhtarın evinde zaman zaman ikili, zaman zaman çoklu diyaloglar içinde olan filmin kahramanları oyuncuların muhteşem oyunculukları ile sanki bizi de yanlarına alıverdiler. Özellikle polis rolündeki Yılmaz Erdoğan’ın doğaçlama yapıyorcasına doğal ve canlı sahneleri filme büyük bir enerji katmıştı. Ahmet Mümtaz Taylan’ın rolüyle bütünleşmesi, Taner Birsel’in sanki gerçekten bir savcı gibi durmaya başlaması, Muhammet Uzuner’in NBC filmlerindeki diğer kahramanları kadar sessizleştiği sahneler ve Fırat Tanış...Çok konuşmadan nasıl rol yapıyordu bakışlarıyla...Muhtar rolündeki Ercan Kesal’ın doğallığı ve mutlaka oyunculuğa devam etmeli dedirtmesi...

 
Geceden gündüze geçildiğinde herkes gündelik yaşamına dönerken, cesetin mi, hayatın mı otopsisi yapılıyordu bilinmez. Herkesin birbirine söyledikleri ve söylemedikleri ile kendi yollarına gidişi...Ortada kalan çocuk ve kadın, hapse giren adamı kendi dünyalarında bırakıp, kendi dünyalarında geçmişe dönük hesaplaşmaları...

Film daha çok erkeklerin dünyasında geçse de, kadın filmin konusuydu adeta. Filmin içine gizli özne gibi serpiştirilen kadın bir anlamda da kasaba bürokratlarının yaşamında da hep ikinci planda değilmidir. Küçük yerlerin üst düzey yöneticileri, kendi küçük çevrelerinde halkı idare etmeye çalışırken, gerideki kadınlar da çoğunluk erkeklerin dünyasında egemenlik kurmaya çalışmazlar mı?

Polisin telefonda konuştuğu karısı, savcının anlattığı kendi kendine ölmeyi isteyen güzel kadın, çay getiren muhtarın kızı, ölen adamın karısı ve doktorun son sahnelerde fotoğraflarını gördüğümüz kadını...hepsi silik, hepsi anlık görünüyor filmde ama varlıkları ile o eril dünyanın kafasını karıştırdıkları, erkeklerin akıllarını kurcaladıkları kesin...

Çok maskülen ama çok da hayattan bir filmdi. Yine doğa çekimleri harikaydı. Bu sefer rüzgarın ve gecenin sesi damgasını vurmuştu. Dalından kopup bir dereye düşen bir elmayı izlemenin ne kadar düşündürücü olduğunu hatırladım, yollarının ve çeşmelerinin birbirlerine çok benzediği nice köyler olduğunu, bir olayın, bir kişinin ya da bir gecenin hayatımızı bambaşka yerlere kaydırabildiğini...

Keşke bitmeseydi diye geçirdim içimden, yeterince uzun gelmemişti...Nuri Bilge Ceylan küçük bir kasaba öyküsünden, dünyayı ve hayatı sorgulatan muhteşem bir film yapmıştı yine. Görsel zenginliğine, doğalı aktarışındaki güzelliğine sağlam diyaloglar ve muhteşem oyuncular ekleyerek bir başyapıt ortaya koymuştu. Bu nedenle Cannes’dan ödülsüz dönmeyeceğini biliyordum. Gönlümden geçen Altın Palmiyeydi...Zira bu film onun sinemacılığında farklı bir dönüm noktasıydı. İlk defa bu kadar kalabalık profesyonel bir oyuncu kadrosu ile çalışıyor ve ilk defa bu kadar çok konuşarak anlatıyordu...

Bu filmden sonra izleyeceğim filmi merak etmekte haksız mıyım? Türk sineması böylesi usta bir sinemacıya sahip olduğu için gurur duymalı. Koza, Kasaba ile başlayan öykünün geldiği nokta “Bir Zamanlar Anadolu”da zirvededir. Emeği geçen herkese (ki burada filmin yapımcısı Zeynep Özbatur Atakan’ı ve görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin isimlerini de hatırlatmak istiyorum) bize böylesi görsel bir şölen yaşattıkları için teşekkür ederim.

“Yolun hep açık zaten. Bir sonraki filmini merak ediyorum ama önce BZA’yı onlarca defa daha izlemem lazım. Seyretmeye doyulmaz bir film olmuş”

                                                           
 SunA.K.
Suna Keleşoğlu
Grasse/24.05.2011    

BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA


Il était une fois en Anatolie” 

“Belki şehre bir film gelir”*


Küçük bir anadolu şehrinde unuttum çocukluğumu. Şehirler arası otobüslerde bozkırın çıplaklığını seyreden gözlerim büyüdü büyüdü...
İstanbul oldu kalbim önce kalabalığa karıştı, sonra küçük bir fransız şehrinde soluklandı...şimdi yine çocukluğumun tozlu bozkır yollarına düştüm. Gözümün önünden gitmeyen film karelerinden ve  günlerdir başlamak için aradığım kelimeden yaşama karışamıyorum.

Üstelik ikinci defa izlediğim bir film beni benden alıp başka diyarlara götüren

Il était une fois en Anatolie”.

İsmini fransızca tekrarlamak hoşuma gidiyor. Çocuklarıma okuduğum masallara başlamak gibi, büyülü bir dünyaya adım atmak gibi...

“Bir Zamanlar Anadolu’da” dediğimde yutkunuyorum...bir zamanlar kendi anadolumu hatırlıyorum. Filmin isminin tüm kelimeleri tozlu yollarda kaybolan anılara dönüşüyor...sonra ben kendimi birden filmin içinde buluveriyorum.

Karanlığın içinden geçen üç arabanın karşı yönünden gelen bir otobüsün içindeymişim gibi, gece çilingir sofrası kurulmuş oto tamircisine sabah çalışmayan arabasını bırakan Ahmet Amca’nın yanındaymış gibi, yol başı çeşmelerinden kana kana su içmişim de, cılız akan derelerine ayaklarımı sokmuşum gibi...gece yarısı bir köy evinde pişirilen bazlamanın kokusu geliyor burnuma, yağdı yağacak yağmurun damlaları da, rüzgar da dağıtıyor saçlarımı..

Gökten üç elma düşsün diye bekleyen masalların çocuğu gibi geceye düşen elmanın peşinden suya düşüyor yüzüm...elma gidiyor, ben gidiyorum, su yol veriyor, gidecek uzaklaşacak diyorum...yok kaderini değiştiremiyor, yolunu bulamamış diğer elmalarla oracıkta kalıveriyor...küçük kasabalara sığınan küçük hayatlarımız gibi bazen bir yerlere gitmek için hızlıca yol alıyor, sonra oracıkta kalakalıyor...geceye düşen bir elmanın arkasından öylece bakakalıyorum.

Nuri Bilge Ceylan filmleri bu yüzden çarpıyor beni...Hiç beklemediğim anda bir görüntü ile daldan dala konup hayallere dalıyorum.

Bu filminde sadece sinema yapmamış Nuri Bilge Ceylan. Tüm filmlerindeki fotoğraf sanatçılığının yanı sıra kısa öyküler de yazmış, şiire de yer verniş, gecenin ve rüzgarın arasına serpiştirdiği duyulmayan sözcüklerde anadolu yalnızlığının şiirini kaleme almış. Bununla da yetinmeyip tüm orkestra elemanlarına en sessiz notalarda çalın deyip eşssiz bir senfoni bestelemiş, duyulmayan ama taa derinden hissedilen bir müzik eserine dönüşmüş yolların türküsü ve bir kadın resmi çizmiş, en güzel ve en saf haliyle filmin orta yerine yerleştirmiş. Bunlarla da yetinmeyip “ölümün” heykelini yapmış. Cinayeti, ölümü hayatın  doğasından bulup bozkır toprağı ile yoğurmuş, içimizdeki cinayetleri ve ölüleri tek tek ama ürkütmeden otopsi masasına yatırmış. İnsanın bedenine değil ruhuna otopsi yapılan bir film olmuş.

Film başlıyor... bilindik gibi gelen bir cümle sanki...her an bir şeylere gebe bir çilingir sofrası. Birazdan bir silah patlayabilir, bir yumruk kan gölüne dönüştürebilir suratları ya da bir adam katıla katıla ağlayabilir...gazete kağıtlarına kurulan çilingir sofralarına alışkın gözlerimiz...bir de geceleri köpekler havlar küçük anadolu kasabalarında...açlıktan, soğuktan ve biraz da sahipsizlikten geceyi yırtar sesleri...

Sonra geceye karışan üç arabanın peşine takılıyoruz...gecenin bir yarısı neden yollardalar diye sormanın anlamı yok...inada bindirmiş komserimiz işi, bir cinayet varsa ortada bulacak cesedi...nedenlerin cevaplarını bulamamış bir memleketiz zaten, çok sormuyoruz gecenin peşi sıra yola düşüyoruz....

Saatlerce konuşsunlar, saatlerce oynasınlar diye sinema koltuğuna iyice yapıştıran diyaloglar başlıyor sonra. Oyunculuğun duayenleri arka arkaya ustalıklarını sergiliyorlar. Yılmaz Erdoğan çoktan karısından çekinen ama çevresindekilere ahkam kesen bir polis amirine dönüşmüş bile. Ahmet Mümtaz Taylan değil bu, Arap, hani bizim memlekette köşedeki taksi durağı varya oradaki şoför bu diyorsunuz. Taner Birsel’e rastlamışssınız geçen gün adliyeye gittiğinizde. Muhammet Uzuner yazmış reçetenizi, bir de istirahat vermiş, sağol doktor demişsiniz. Fırat Tanış mahallenin bıçkınlarından. Yok yok ama adam öldüremez diyor kalbiniz, ama çok sessiz diyor iç sesiniz...bu kadar sessizlik ölüm gibi...
 
Sonra bir köye yolunuz düşüyor. Ercan Kesal sanki yıllardır o küçük köyün muhtarıymış da filmde bir görüneyim demiş gibi...Yer sofrasında yenilen yemekler geliyor aklınıza...ortada ne varsa paylaşılan, azla da doyulan köy sofraları...ağır bir koyun eti kokusuna alıştırıyorsunuz burnunuzu, ardından ayranın tadı geliyor ağzınıza, taze pişirilen ekmeklerin buharında buluyorsunuz kendinizi. Sofranın ortasına düşüveren morg konuşması şaşırtmıyor sizi, göç veren küçük anadolu köylerinde hep yakınlarını bekleyen, beklemekten kokuşan ölüler vardır. Hep ilk uçakla gelinse de yetişilmeyen cenazeler...

Rüzgar elektrikleri keser bazen...gece karanlığını bir gaz lambasının ışığıyla aydınlatmaya çalışırsınız...Tok karınların ve yorgunluğun rehavati ile bir hayal geçer önünüzden. Hayatınızdaki tüm güzellikleri ve tüm bozulmamışlıkları hatırlatır bir güzel kızın yüzü... Ölüler hayaletlere dönüşür, sorgular itiraflara...gece bir türlü uykuya dalamaz...suçlar gecenin karanlığına gömülür...

Yağmur sabahı karşılar. Gecenin yorgunluğunu ve ağırlığını atamamış bedenlerin zorunlu günaydını...yol alan arabada çalan türkü ile herkes kendi dünyasındadır artık. Gece gevezeliğinin yerini sabahın aydınlığına karışan suskunluk almıştır. Kelimeler ağızlardan çıkamayacak kadar ağırlaşmıştır, tüm geceyi birlikte konuşarak geçirmenin sessizliğidir...sabır da, beklemek de bir yere kadar. Sabah gecenin arayışını bulmak zorundadır.

Köpekler sadece geceleri havlamaz...

Bir çeşme başında aranan ceset, bir başka çeşme yakınında bulunur. Ya suçlu, o ne zaman bulunacaktır.
Savcının, doktorun, komserin, muhtarın, şoförün hikayalerinde unuttuğumuz zanlıyla göz göze geliriz. Korunması gereken kardeşin itirafını sadece biz duyarız.

Kasabaya dönüldüğünde bekleyen kalabalık arasından küçük bir çocuğun fırlattığı taşı yememek için kafamızı eğeriz. Kinini, nefretini, öfkesini taşla fırlatan çocuğun ölen bir babası vardır...tıpkı diğer yetim anadolu çocukları gibi yüzünün gülümsemesi donmuştur, kalbinin orta yerine öldürülmüş bir baba resmi asılıdır artık.

Doktor gecenin üzerine siren kir ve kokusunu ancak hamamda yıkanarak temizleyeceğini düşünür ve odasına dönünce hep eskileri hatırlar, savcı bir intiharla yüzleşir, komser hasta çocuğunun derdine düşmüştür. Biz görmeyiz ama Arap cesetle beraber arabanın bagajına koyduğu kavunlardan birini kesiyordur evinde belki de...

Sonra Abidin ve Şakir ile tanışırız. Aslında sanki tanışıklığımız çok eskidenmiş gibi de nereden olduğunu çıkaramıyoruz gibi...Abidin sözden çıkmayan katip, Şakir sürekli şikayet eden adamdır. Elindeki malzemelerle artık otopsi yapılamayacağını söylese de, işini yapar. Otopsi sahnesinde sadece doktorun yüzüne sıçrayan kan ile irkiliriz. Şakir adeta bize çaktırmadan kesip biçmiştir adamı. Ve bir gerçeği ortaya çıkarır...diri diri toprağa gömülen adamlardandır maktul. Cinayet ve suç rengi değişmiştir... adalet, gerçek ve  vicdan hepsi birarada konuşmaya başlar. Asıl otopsi şimdi yapılacaktır. Ölü  beden çırılçıplak sabahı karşılamıştır, ya hikayelerini geceye gömen yaşayan ruhlar...  

Doktor pencereden uzun uzun bakar....

Film bir pencereden içeri bakarken başlarken, bir pencereden dışarı bakarken bitmiştir. Tıpkı hayat gibi içerden dışarıya, dışardan içeriye bakıp tükenecektir ha bir zamanlar anadolu’da, ha şimdi burada...
 
 “Belki şehre bir film gelir”*

en acı ve en tatlı arasındaki tüm tatları,
en aydınlık ve en karanlık arasındaki tüm bakışları,
en kötü ve en güzel arasındaki tüm kokuları,
en yumuşak ile en sert arasındaki tüm dokuları,
en sessiz ve en gürültülü arasındaki tüm sesleri ile

yaşam geçmiştir bu filmin içinden

küçük bir fransız kasabasında küçük bir türk kasabasının filmi…
orada filmi izleyen herkes bir süreliğine bile olsa bir zamanlar anadolu’da yaşadılar…
bunu bilmek, görmek ve duymak ise çok güzeldi…


SunA.K.
Grasse 11.12.2011
08.12.2011’de Mouans-Sartoux’da 20.00 seansında Il était une fois en Anatolie” seyredildikten sonraki hislerle...

 *Kemal Burkay’ın Gülümse şiirinden alıntıdır…