NE VAR NE YOK

20.12.10

KAR TANESİ

ESKİ ZAMANLARDAN ALINMIŞTIR. ZAMAN, KIŞ VE DUYGULAR KALICIDIR... 

Kışın Hatırlattıkları…

Önce saçlarımı savurdu rüzgar. Sonra avuç içlerimde yitik şehirlerin siluetleri kaldı. Bir kıyı kentine bakakaldım puslu akşam güneşinde. Şimdi buradayım, uzaklarda…
Ya bırakıp geldiğim şehirler, anılarla beraber hep geride mi kalacaklar?
Deniz kıyısındayım, deniz kokuyorum. Oysa kupkuru bir küçük bir şehrin çocuğuyum ben. Tüm şehirlerarası yollardan şehre girerken silik silueti ile karşınıza çıkan, kurak tepesinde tek tük ışıkları yanan, geçmişini unutan ve hızla betonlaşan küçük Anadolu şehirlerinden. Şimdi avuç içlerimde özlenen bir şehir, şimdiki haliyle değil, bende kalan hayaliyle. 
Kış beyazdı, kış kardı, kış oyundu, kartopuydu, kardan adamdı kara gözlü çocuğun kırmızı eldivenleri içindeki küçük avuçlarında. Yağan kar hiç kirlenmezdi, araba geçmeyen dar sokaklarda, çocuk ayak izleri birbirinin kıyısından geçerdi.
Çocuktuk ve sadece çocukça hayaller kurardık. Annelerin yaptığı börekleri sıcak çayla yudumlarken arkadaşlarımızla lokmalarımızı da paylaşırdık sevinçlerimizle beraber. Açlık, soğuk uğramazdı ahşap evlerimizin kapılarına, ortahalli mahallelerin tahin-pekmez yiyen çocuklarıydık. Nedense şimdiki gibi değil aklımda kalan çocuk manzaraları. Biz birbirine benzeyen çocuklardık. Oysa şimdi lüks semtlerin ve kenar mahallelerin ayrımcılığı tüm çocuk bakışlarında. Kış bile ayrı ayrı uğruyor tüm semtlere…
Televizyon saklambaç oyunlarımızın yerini alamamıştı, hele bilgisayar hiç yoktu. Kar kış demeden kırmızı burunlarla el örgüsü şapkalarımızı çekiştire çekiştire koşardık mahalle aralarında. Hem üşürdük, hem gülerdik tüm kar tatillerinde okula gitmeyeceğiz sevinciyle. Hayat Bilgisi kitaplarımızdaki kışı anlatan resimler gibiydi hayatımız. Eve kömür alınırdı, annelerimiz kışlık giysilerimizi bir bir arındırırdı naftalin kokularından, sobalar kurulurdu küçük borularını kendimizin taşıdığı. Kış desenli duvar gazeteleri ile süslerdik sınıflarımızı. Her yerde kestane kokusu, en çok da büyükannelerin masallarına katık ederek yemeyi severdik.
Küçülen yün kazaklarımızın yerine yenilerini örerlerdi rengarenk, yeni bir bot ya da çizme almanın sevincini bilirdik ayaklarımız üşümesin diye. İçinde çıtır çıtır yanan odunları olan sobaların kokusuna karışıp, sıcak odalarımızda gece yağan karın ışıltısını seyrederdik, sonra kendi hayallerimiz gelirdi bir kuyruklu yıldız eşliğinde.
El işi kağıtlardan yeni yıl kartları hazırlardık, çam ağaçları, beyaz çatılı evler çizerdik kayak kayan çocukların yanına. Yeni yıl yaklaştıkça içimiz kıpır kıpır olurdu, bir yaş daha büyüyeceğiz diye. Tek kanallı televizyonlarımızı seyrederken tombala oynamanın tadını ve sınırsızca yenen yılbaşı yemeklerini iple çekerdik. Büyüklerimizin milli piyango bileti hayallerine ortak olur, kendimiz için bir bisiklet ya da konuşan bir bebek isterdik şans dağıtan toplardan.
Daha betonlaşmamıştı, tüm sokaklarını tanıdığım küçük şehrim. Ve iki katlı ahşap evlerin tüten bacalarını seyrederken bir yerlerde üşüyen çocuklar olmasın diye dua ederdim. Ve tüm çocuklar gibi gece yağan kar hiç durmasın, kardan adamımız günlerce bozulmasın diye hep kış olsun isterdim.
Eski yılın son günleri, akşamı karşılayan penceremde çocukluğumun küçük şehrinden uçup gelmiş bir kar tanesi…    

SunA.K.
Grasse-21.12.2003

BUGÜN DÜNDEN YAKINSA....

Kendi korkularımızda,
korkularımız
kokularımız kadar yakında...
Zaman bir zeytinağacı şimdi.
Yaşı başlangıca eşit.
Bunu bilen zaman
ellerim yaşlanan, yaşayan zaman...

BİR TREN GEÇTİ...

o gün güneş vardı.
bir tren yolu; kenarında gelinciklerden kırmızı bir halı.
güne uyanan bulutlara inat bazıları hiç uyumamıştı. tıpkı bir önceki akşamdan beri yolda olan tren makinisti gibi.
çok az kaldı, hava aydınlandı, güneş doğuyor dedikçe daha da yakınlaşıyordu evine.
önce sıcak bir kahve içecekti. sonra sabaha uyanacak kzını kucağına alıp yorgunluk giderecekti.
birazdan gara varacak tren.
ay hala gündüzün maviliğinde saklıydı, sokak kedileri de hiç uyumazdı.
sahi güneşe inat raylarda yatan cılız erkek bedeni de karışmasaydı güne...
sabah kızını kucağına alacaktı.
tren hem cılız adama, hem de makinistin hayallarine çarptı.
artık raylar da gelinciklerden daha kırmızı...
güneş çoktan yol aldı.

BİR ZAMANLAR ESKİ BİR DEFTERE YAZILMIŞ DİZELER

...
batan bir gemiden haykıran
fakat kurtaramadığın
ve asla
kurtaramayacağın
sadece başkalarına ait
mozaik bakışları olan
cam bir fanussun
bakma
yalnız da
değilsin...

17.12.10

ANNA ET FROGA


Froga KURBAĞA, Christophe SOLUCAN, René KEDİ et Bubu KÖPEK

Anna ve dostları....çocuklar da bayılıyor. ben de...
hala aynı hikayeye gülebiliyoruz. aslında çok tuhaf. defalarca okuduğumuz aynı hikaye bizi hep güldürüyor. gülmek hayata iyi geliyor.  

DOKTOR BEKLEME SALONLARINDA OKUNMUŞ DERGİLER...

çoğu dağınıktır. birbirinden alakasız konularda onlarca dergi. kapakları yıpranmış, en az iki sene öncesine ait. sayfaları karıştırmaya başlayınca yılların zalim hızına esir olursunuz. üç yıl önce bir yılbaşı sayısında şimdiki yüzünüz de yoktur. telefon markaları değişmiş, internette binlerce yeni sayfa açılmıştır. geçen senenin moda rengi morken, önceki sene yeşilmiş gibi düşünceler geçer. politikacılar aynıdır, yüzleri biraz değişkendir. ünlü yüzler farklı saç modelleri ile çıkar karşınıza. bir dergiden diğerine geçerken beklemenin dayanılmaz hafifliği duyulur. sayfalar hızla çevrilmeye başlar, saat akmaz. doktor bekleme salonlarındaki okunmuş dergiler arasında ağrılarınız gidip gelir. sizden daha çok öksüren, elinde birden fazla dosya olanlarla gözgöze geldikçe şimdilik iyi olduğunuzu düşünmeye başlarsınız. ama zaman geçtikçe beklemek ağrıtır. tıpkı hayat gibi, doktor bekleme salonlarında da saat acılarla, ağrılarla yarışır. kazanan okunmuş dergilerin kapaklarına bırakılan parmak izleridir... 

14.12.10

ÇAY İYİ GELİR...

önce elim yandı, ardından dilimi de yaktım...ama ısıtıcı.
cam bardakta tarif edilemez güzellikteki rengini görmek ve ardından ruha iyi gelen buharını yüzüme yaymak, ağzıma değen sıcaklığında bir simitin susamlarının kokusunu hayal etmek...
çay iyi gelir...
simitin yanına, sohbetin yanına, bir dost sesin yanına, klavyenin yanına...
sıcaklığı damaktan yayıldıkça kalbe, beyne ve hatta üşüyen ayaklara....
tek eksiği simit, biraz buruk, biraz isteksiz, biraz fazla sıcak....
 

SİNSİ DÜŞÜNCELER...

ev sahibi aramış, gaipten sesler duyuyorum. kalbini boşalt, oğlum Almanya'dan geldi...
tuhaf cümleler kurmak geliyor içimden. aklımın bir yarısı komada.
güneş ve soğuk, kışın karı doğuruyorlar...
arada cam varken sıcacık, aradan cam kalkınca soğuk.
havanın durumu ile ruh durumum uyum sağlayamadığından yazıya başlangıç yapamıyorum...

10.12.10

GÜNDÜZ GECEYE KARIŞIYOR

gün yarını karşılarken ben dünden kalan bir merhabaya hazırlanıyorum. gecikmiş bir günaydın, erken bir ertesi gün...
zaman ellerimden kayıp gitmese bir de,
çok şey değil, bölünmeden yazabilmek istiyorum. bu mümkün olmuyor. kış yakamdan, nezle kızımın burnundan düşmüyor...

uzun zamandır ilk defa bir diziyi baştan sona reklamlar da dahil olmak üzere izledim. dizi akıp giderken kafamdakiler uçup gittiler. olsun. ilginç olan reklamlarda uzaklarda olduğumu hatırlamamdı. orada olup bitenden kopmuş olduğumu anladım. ev kredisi, araba, en çok da çikolata, bisküvi reklamına rastladım.
cep telefon hizmetleri ne çok artmış, kredi ne kadar kolay alınıyormuş, yeni mobilya trendeleri neymiş ucundan yakalamaya çalıştım. sonra bir iki dizi tanıtımına denk geldim. biri geçmişten bir hikaye, diğeri merak uyandıracak yepyeni bir diziymiş, sonra güldüremeyen bir iki komedi programı tanıtımına denk geldim.
ben mi gülmeyi unuttum, artık oradakiler beni mi güldürmüyor...bilemiyorum...

gençliğini, en güzel anılarını eski bir şehirde bırakıp gelirken, bohçasının içindeki hatıralarını çıkartamayan yeni şehrinde de orta yaşının ve başka güzel anılarının tüm kırıntılarını aynı bohçaya kaldırmak istemeyen bir şaşkın var içimde...araf o yüzden...o naftalim kokusunu çek içine ama bak buradaki lavanta kokusunu da bırak yay evine...eskiye özlem, yeniye ayak direme. bir dili katmer katmer işlerken, öbür dil de tökezleyeceğim diye endişe...

gece başlar, rüyalar gelir belki...iç döküldü.sırada yarın pişecek yumurtaların nasıl olduğunu düşünmek var.
dünya başka yerden dönmeye başlasa da, bir yerde kar, bir yerde fırtına olsa, bir adam sızdırdıklarından dünyayı hafif silkelese de, serde öğrencilik var, ama yanlış anlaşılmasın bizim yumurtalar tavalarda kırılacak...
bir gün dünya, gençleri ve ezilenlerle anlayacak...o zaman geldiğinde kendi arafımdaki kapıdan kafamı bir uzatacağım.
yerim yurdum, evim barkım, içim dışım aynı...bahçedeki sonbahar yapraklarını toplayan tırmıklar gibi geçmişimi toplaya toplaya önüme yığıp geleceğimi büyütüyorum.

bugün sözüm bitti, artık gecem başlıyor...      

9.12.10

ÇOCUKLUKMUŞ BUGÜN ARTA KALAN

balonlarım vardı...çocukken...şimdi balonları olan çocukların anneleri oldum...çocuklar... balonlar çocukça çoktular...




özgürce havalandılar....

hem de çocukça....

SÖZCÜKLER SIRALANSIN

teklif yok. onları sıraya dizecek bir konu da mevcut değil. hadi en albenisi olan çıksın ortaya, süslesin cümleyi. ben, siz, biz olmadan akıp dursun... sözcükler...yanyana geldikçe günah çıkaran. sözcükler...ardarda gözyaşı gibi akıp giden... sözcükler arkada kalınca ayrılıkla kalan...sözcükler aşkı içinden çıkılmaz kılan....
kapıyı kapatıp öylece gidin, dışarısı soğuk. iyice kapat kapıyı içerisi üşümesin....

ÇOCUKLARA DOKUNMAYIN!!!

çok yakın bir zamanda sosyal iletişim ağlarından birinde Çocuk İstismarı ile ilgili bir kampanya başlatıldı. internette sık sık karşımıza çıkıyor kampanyalar, destek yazıları ve imza toplamalar. bütün bunlardan elbet bir sonuç elde edileceğine inancım var. ama...işte bu ama da uzunca bir durup düşünüyorum. sadece ülkemizde değil tüm dünyada büyük bir sorun. özellikle uzakdoğu ülkelerinde çocuk yaşta kızların fuhuş batağında olduğu bildiğimiz bir gerçek. gün olmuyor yeni bir tecavüz haberi gelmesin, yeni bir çocuk tacizi olmasın. çocuk kadınları bırakın, beşikteki bebeği cinsel nesne sayacak gelişmemiş insancıklar mevcut. tüm olan bitenlere nasıl sessiz kalınır, her gün okunan tecavüz haberleri karşısında sakinlik korunur bilemiyorum. ama cinselliği hayatımızın bir parçası gibi algılayabilsek abartmadan...bir tarafta bastırılan arzular, bir tarafta tamamen çırılçıplak görüntüler. arası olmayan, sanki ara yolu bulamayan bir takım adamlar. olan bu arada çocuklara oluyor. en kolay kandırılabilir çocuklar bu istismarcıların en kolay avları oluyor...
internette elbet çare arayacağız ama herşeyden önce cinselliği genel sağlık içine alıp, fizik ve ruh sağlığı yerinde nesiller yetiştirirken göz ardı etmemeliyiz.
ve çocuklara ne şekilde olursa olsun cinsel taciz uygulayanları hem toplum, hem de adalet önünde en ağır cezalarla yargılamalıyız.
benim kalbim küçücük çocukların canının yakılmasına dayanamıyor....      

AMCA DUR YAPMA

Amca Dur Yapma!

Yakında onüç yaşında bir kız çocuğunun bir bebeği olacak.

On üç yaşında bir çocukana. Telli duvaklı gelin edilseydi şaşırmazdık ya onüç yaşında bir anayı bebeği ile kucakta. Adet der, töre der, böyle gelmiş, böyle gider der geçerdik. Alıştık, alışığız biz bu çocukanalara.
Anadolu’nun her köşesinde kucağında bebesiyle yüzü çocuk, yüreği yaşlanmış gelinler görmeyi yadırgamıyorum artık.
Küçücük yaşta evlendirilip ya akranı ya da kocaman adamların karılıklarını yapmaya giyindikleri gelinlikleri ile kendi cenazelerine gider gibidirler benim gözümde. Yüzlerindeki belli belirsiz gülümseme, bellerindeki kırmızı kuşak, bir gece öncesinden tene yapışmış el kınaları ile çok çaresizdirler. Üşüyen kuş gibi titrer yürekleri, yine de duymaz anaları...
Çalınsın davullar, çekilsin halaylar düğünümüz var.
Kırmızı kuşak sabaha görevini yapmamışsa, boy boy çarşaflar görülmemişse ilk gece damgalı, yine de kan akar...
Bir kurşun, bir bıçak, ölümcül bir tokata düşer kanı yere akıtmak görevi.
Bileği bükülmüşse erlerin, başka türlü karalar verilir ve intihar giysisi giydirilir namusunu koruyamamış geline.
Çocuğu zaten olmaz gencecik ölü çocuk kadınların....

Dur Yapma!
demez, diyemez.

Amca, Dur Yapma!
Biri 45, bir 55 yaşındaki koca adamlar onüç yaşındaki bir kızın yaşamını çaldılar. Doların yükseldiği, meşin yuvarlağın ağlara gittiği zamana denk geldi, okunmadan geçilecek. Zaten okunsa ne olacak.

Haber Acı

« 13 yaşındaki ilköğretim okulu öğrencisi S.K.’nın baş ağrısı şikayetiyle kaldırıldığı hastanede 28 haftalık hamile olduğu ortaya çıktı. S.K., tecavüze uğradığını ve bebeğin düşürülmesi için dövüldüğünü söyledi.       *

daha da acısı çok tanıdık, alışılmış, yadırganmıyor artık.

Cinselliğin vahşi boyutlarda yaşandığı, maddi ve manevi büyük tatminsizlikler içindeki toplumsal bir çöküş fotoğrafı tam karşımda. Gözleri siyah bantla kapatılmış, hunharca dövüldüğü için hastanede yatan küçük bir kız çocuğu, karnında üç ay sonra doğacak bir bebek; babası ancak DNA testi ile bulunacak. Gözü yaşlı bir ana ve dışarda hiç bir şey olmamışcasına gezen iki zalim adam. Bir an insan buraya hayvan adam, ayı gibi kelimeler döşemek istiyorum ama ne günahı var hayvanların. Onlar bu kadar zalim olmamışlardır.

Onüç yaşında bu hayatın ne kadar acımasız, ne kadar adaletsiz ve ne kadar zorlu olduğunu öğrendi. Eğer iyi olursa, yaşarsa, yaşamına kaldığı yerden devam ettiğinde bir de bebek eklenecek kaderine. Kendi bebekliği çok geride bile değilken, bir bebeğe nasıl analık edecek? Sonra o bebek büyüyecek, neler soracak?
Babam Kim? Babam nerede? Ben nasıl doğdum?

Beni neden sevmiyorsunuz.?
Sen benim canımı yaktıkları için geldin, der mi o zaman çocuk ana?
Bir doğum için ne acı bir başlangıç.
Ama gerçek.
Çıplak, tokat gibi sert ve dikene batmış bir bedenin acısı gibi yakıcı...

Belki birazdan gol olacak dünya kupası maçlarından birinde,
Belki dolar biraz daha düşecek,
Bir orman yangını, bir trafik kazası, bir iki politik söylem, üç beş çıplak bacak düşecek
gazete sayfalarına.
Kapkaç, cinayet, ölen bebekler alacak gündemi,
Sabah programlarında kavgalar, akşamları ağlamaklı dizilerle son bulacak günümüz.
Cam silecek, sigara yakacak, minübüse binecek, yemek yapacak bazılarımız,
Ben ise sessizce düşüncelere gömüleceğim.
Şimdi anlatma zamanıydı.
En çok da dertlerimiz çözer dilimizi, bazen de sonsuza kadar susmak gerekir.
Biraz nefes almak için.

Haydi silkelen dünya, en çok da sen memleket!
Arın ve temizlen. Tüm kötülüklerden.

Amcalar bana bir oyuncak bebek vereceklerini söylemişlerdi, gerçeğini değil...
Canın çok yanıyor değil mi küçük kız?

*Hürriyet Gazetesi internet baskısı 23.06.2006 tarihli Gündem sayfasından “Tecavüz Dramı” başlıklı haber
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4631998.asp?m=1&gid=69&srid=3047&oid=4

5.12.10

KREP YEMEK GÜZELDİ...

haftasonu hızla geçip gitti...soğuk cümlelerimi tüketse de devam devam devam....
dün Cannes'da krep yedim. evde nedense bu kadar güzel yapamıyorum, aslında tatlı olanları beceriyorum da, tuzlu olarak adlandırılan ve kara buğdaydan olanlarını pek beceremiyorum...
basit ama güzeldi. kolayca yapılabilen yedikçe mutluluk veren.
küçük şeylerden de mutlu olunabileceğinin en güzel kanıtı...
krep yemek güzeldi.

3.12.10

SÜSLÜ ÇAM AĞACIMIZ

gece daha kendini tüketmeden, öylece kalakalsa...
boşlukta düşünceler asılı bir çam ağacı.
bugün çocuklarla süsledik çam ağacını. kırmızı, beyaz, yeşil, sarı süsler kondurduk, onlar çocukluklarını koydular, ben çocukluktan kalanlarımı...


biz bugün tüm düşlerimizi, umutlarımızı, sevinçlerimizi çam ağacının üzerine astık...

2.12.10

YAZMANIN AYRICALIĞI

neden en çok yazayım dediklerim arabada gelir aklıma, direksiyon tutarken not da alamam. aklı kaydeden bir cihaz olmalı, şimdi bu düşündüklerimi selendirmeye de üşenirim ya bazen.
ben buyum. şaşırtıcı öykülerim yok benim. alıntı, sızıntı yapılacak cümleler geçemez aklımdan, devrik cümlelere sorular da sıkıştıramam. kelimelerim de bir öncekinden tatsız tutsuz kara kurudur. ama yine de yazmayı severim. çünkü yazdıkça içimden bir can nefes alır. çünkü yazdıkça bilgisayar ekranına düşen izdüşümümden kendimi bulurum.

BEHZAT Ç. Yİ NEDEN İZLİYORUM?

kendime vermem gereken bir yanıtım da yok aslında. herşey ortada. bu yaz tam da Ankara'da izledim jeneriğini. bozkırda bir Ankara havası...Erdal Beşikçioğlu'nun oyunuyor olması tek nedendi.  Ankara'da geçiyor olması kreması. İlk bölüm sonrası kendiliğinden gelişti. dikkat bağımlılık yapabiliyor. Ankara'da bir şeyler bırakmış olanları soğuk günlerde boyna sarılan atkı gibi mecburen ve isteklice sarıveriyor. soğuğa, bozkıra, gecekondulara, gipgri bir memur şehrine boğazın maviliğine nazire edercesine rengarenk bir rol biçmiş dizi. amirim ve elemanları ayaklarını değdirdikleri sokaklarda, içkilerini yudumladıkları barlarda, pavyonlarda, sorguya gittikleri mekanlarda, parklarda, yeni haliyle eski halinden anıları sıralatan gençlik parkında istanbula meydan okuyan bir şehir yaşatıyorlar. yılların ezikliğini bir kalemde silemeseler de, boğaz manzaralı yalılarda geçen aşk masallarından sıkılmış bana istanbulu hatırlatmayan bir ankara veriyorlar. sıcak bir çay, yanına simidimle kuru soğuğuna dayasam yüzünü, ey beyaz camın en cesur, en savaçı, en aşık, en gerçek polisi elemanlarınla karşımdaki banka geçip beni ankarama götürür müsünüz?

1.12.10

YAĞMUR TUTULMASI

içeriden yağmuru seyretmek güzel, dışarıdan yağmurla ıslanmak soğuk...

birazdan ıslanacağımız için ısınmayı bekliyorum....




kendime kitaplar seçtim. içimi ısıtacak kitaplar. okudukça yağmur gibi akıp gidecek kafamdan...dolup dolup taşacağım. sıcak çayımın dumanı tüterken gözlerimle tüketeceğim sayfaları...
kalanları paylaşmak üzere cam kenarındaki en sıcak köşeye sığdırıyorum kendimi.