NE VAR NE YOK

31.5.11

BİR FİLM, HER DAİM MERAK ETTİĞİM HAYATLAR...

Yıllar önce yazdığım bir öyküyü hatırladım. Ne çok merak ederim hayatlarını. Küçücük bir mekana sıkıştırdıkları yalnızlıklarında iş arkadaşları yalnız kendileri...Yüzlerce insan sureti geçer günlerinden...En sonunda yine kendilerine kalır düşünceleri...

Merakla bekliyorum bu filmi...

http://www.gisememurufilm.com/galeri.asp

SABAHA DAHA VAR....


Ya geceden bize kalan uzun bir yolsa...

-İyi geceler bayım.
-İyi geceler bayan.
-3 Euro
-Buyrun.
-İyi yolculuklar.
-Teşekkürler.

Sabaha daha var. Gece kendini yeniliyor. Önce serin bir rüzgara sonra da yağmura gebe.
Saçları özensizce tutturulmuş kadın, küçücük mekanda önündeki kahveyi yudumlarken küçülen gözleri ile gelen arabalara bakıyor.

Yaşam seçimlermiş. Kendi seçtiklerimizi mi yoksa seçilmiş olanı mı yaşadık?

Soğumaya başlayan kahvesi her yudumda daha bir acılaşırken saate bakmak istiyor. Saatler sonra ilk defa evine kaçta döneceğini düşünmeye başlıyor.

Siyah spor bir araba durdu. İki kişiler. İçindeki kadın çok güzel. Sürücü olan adam biraz yaşlıca. Adam bileti uzatırken kadın dikiz aynasında rujunu kontrol ediyor. Her ikisinin de geceden alacağı bitmemiş daha.

Güne daha var...

Otoyoldaki bu para ödeme gişesinde çalışmaya başlayalı çok olmamıştı. Gece işlerine alışmıştı oysa. Ama bu başka türlüydü. Saatlerce aynı mekanda hareketsiz durması gerekiyordu. Gündüzü daha çok kazanmak için. Yağmur şiddetlendi.

Adı Patricia. Yaşı yok. Var aslında ama zaman çalmış. Daha farkında değil. Önceleri eve sarhoş gelmeye başlayan aşkı tüketti yaşını. Biri otistik iki oğlana bakmak zorunda. Başlarda gündüz işlerini denedi. Kasiyerlik, garsonluk derken hasta küçük oğlan daha çok ilgi ister oldu. Gideceğini bilseydi sevdiği adamın, kırkından sonra doğurur muydu? Seçme şansı olmuş muydu? Yaşamı mı?

Sabaha az bir gece vakti kalmış. Gün ağaracak. Ağırlaşan ise hava. Yağan yağmur otoyolun ışıklarında tam bir oyuncu. Şimdi sahnede yağmurun dansı.

Arkası tıkabasa dolu bu eski model arabadan kendisine merhaba diyecek yüzü tahmin etmeye başladı.

Yağmuru kovmaya çalışan araba sileceği eski zamanların tozlarını temizleyememiş. Taşıdığı yükten çökecek gibi duran arabanın yaşama ne çok ağırlığı binmiş. Yetmişlerindeki gözlüklü sahibi ve yanındaki köpeği yağmura yenilmeden hala yoldalar.

-İyi geceler genç bayan.

Hala genç miyim?

-İyi geceler bayım. Ne güzel bir köpek. Adı ne?
-Adı yok. Borcum ne kadar?
-Uzunca bir süredir yoldasınız demek, 13 Euro.
-Artık her gün zam geliyor bu yollara. Buyrun.
-Para üstünüz, iyi yolculuklar bayım.

Köpeğin havlaması gecenin içinde yankılanıyor. Gittiklerinde geride bıraktıkları yağmurun sessizliği...

Sahi sessiz yağmurlar cama vurdukça iç sesimiz olurlar mı?


Gündüz olmayacak sanki. Çocuk daha çok küçük. Gittiği okulda özel eğitim alıyor ama onun bana ihtiyacı var deyip gece çalışmaya karar verir Patricia. Büyük oğlan geceleri küçüğün yorganını örtme vazifesini alacak kadar büyümüştür. Biri 14 biri 4 yaşında iki oğlan. Sarhoş gelseydi eve çocukların başında dursaydı diye düşündü. Kocaman bir tır yanaşıyordu. Yabancı plakalı tır ıslak zeminde acı seslerle durabildi. Küçücük cam gişenin içinde iyice küçüldü. Gece korkuttu ilk defa Patricia’yı. Korkmak. Aynada yüzünü görebilmeyi isterdi. Yaşı olmadan korkmayı seçmek yüzünde. Hayatın kendisinden değil, çekip gitmelerinden korkar olmuştu. Kendi gidişinin korkusu geldi gece sahnesine. Arkada iki oğlan...

Yağmur sel oldu.

Tır şöförü Patricia’nın dilinde merhaba derken şarkı söylüyor gibiydi. Ya O’nun dilinde merhaba hangi şarkıya eşdeğerdi.

Sabaha az kaldı. Yağmur en belirgin gece yolcusu.

Hala ışıldayan otoyolda şimdi uzaktan gelen araçların sesleri daha bir artıyor.

Birazdan oğlanlar uyanacak. Gitmeseydi bu saatlerde gelirdi eve.

Korkuyu göm.

Patricia’nın burnuna taze kahve kokuları gelmeye başladı. Belli belirsiz aydınlıkta iş arkadaşı Michael’ın yüzünü seçiyordu. Elinde iki plastik kahve bardağı Patricia’nın saatlerdir içinde durduğu gişeye doğru geliyordu.

Nöbet değişimi. Şimdi sıcak kahve zamanı. Birazdan hava iyice aydınlanır.

Yağmur ise dinmez bugün...







19.5.11

CANNES

Cannes için yazılanlar;
“Palmiyelerin arasında, gölgenizle saklambaç oynamak ister misiniz?”

                 
Yeşil kokulu dağlardan gelen rüzgarın esintisi boynuma değdikçe, akşamın kızıllığında gözlerimi eski bir öyküden ödünç alıyorum. Güneş hiç bir fotoğraf karesine giremeyecek kızıllığını denize bırakırken şimdi benim uydurduğum eski bir hikaye.
Küçük deniz fenerinin önünde, balıkçı sevgilisinin sandalının yolunu gözleyen bir kadının eteğindeki lavantalardan yayılan bir hikaye.
Arkasına Le Suquet tepesini almış, akşamın en yürek yakan saatinde sevdiğini bekliyor. Eteklerinde lavantalarla. Saçlarına acemice bir zeytin dalı tutuşturmuş aceleyle. Yanık yüzlü bir Akdeniz delikanlısı, köpüren dalgaların arasından çıkıp gelsin diye. Beyaza boyalı sandal önce güneşin kızıllığına dönüyor, sonra denizin mavisini alıyor kızın gözleri. Yanık yüzlü delikanlının elinde kocaman bir balık, sandalın ucundan el sallıyor kıza. Kız saçlarındaki zeytin dalını eline almış uzatıyor denize. Güneş kızıllığını, deniz maviliğini, rüzgar esintilerini yolluyor oğlanın parmaklarından kızın saçlarına.
Deniz fenerinin ışığı daha yanmamış.
Gözlerim kamaşıyor. Denize düşen güneşle beraber kendi hikayemden şehrin karanlığına karışıyorum. Arkamda deniz, uzaklarda Le Suquet tepesinden gelen aydınlık, şehrin ışıkları arasında palmiyelerin peşi sıra yürüyorum.
Milattan once 154 yılında bu tepede kurulduğu söylenen Cannes şehri, yüzyıllar boyunca küçük bir balıkçı şehri olarak bilinirken günümüzde sinemanın ve turizmin merkezi haline gelmiştir. Şehrin ilk kurulduğu yer olan tepeden, Le Suquet kulesinden baktığınızda görünen Lerin Adaları şehrin tarihinde büyük önem taşımaktadır. İlk başlarda Lero (Sainte Margueritte) ve Lerina (Saint-Honore) olarak bilinen bu iki küçük adadaki manastır, Batı dünyasındaki ilk manastırlardan biri olarak geçmektedir. Hatta “Demir Maskeli Adam” 1687’de buradaki hapishaneye getirilmiştir.
Şehrin azizlerin ve balıkçıların sessizliğinden sıyrılıp bugünkü popülerliğine kavuşması ise İngilizler sayesinde olmuştur. Soğuk ve yağışlı iklimden sıkılan aristokratların Akdeniz kıyılarında sıcak heyecanlar aramasıyla başlayan maceraları sırasında, 1834 yılında Lord Brougham’ın yolu bu zamanının küçük balıkçı şehrine düşer. Esterel dağlarından gelen esintilere ve denizin maviliğine gönlünü öyle bir kaptırır ki, burada bir villa yaptırır. Yeşillikler arasında bu sıcak Akdeniz kentinde konuklarını ağırlarken, başka yabancılarında bu bakir toprakları keşfetmesini sağlar. Böylece kuzeyin soğuğundan kaçanlar bu balık, şarap ve güzellikler şehrine akın etmeye başlar. Zamanının parfüm merkezlerinden olan Grasse ve Nice kadar tanınmasa da yavaş yavaş popülerlik kazanan bu küçük şehrin kıyılarına ve tepelerinde birer birer villalar inşa edilir.Ve son olarak 1853’de tren yolunun şehre ulaşmasıyla zengin sınıfın tercih ettiği bir tatil merkezi haline gelir.
1834 yılında nüfusu 4000 civarı olan Cannes, 1896 yılında 20 000 kişiyi ağırlar olmuştur. Buradaki güzelliklerin fark edilmesiyle beraber 1873-1897 yılları boyunca deniz kıyısına yayılan lüks oteller inşa edilmeye başlar. Daha 20.yüzyıl başlamadan gözde bir yazlık mekan haline gelmiştir. Şehrin bu vazgeçilmez çekiciliğinin farkına varan yetkililer 1930’lardan itibaren yaz harici diğer aylarda da şehri canlı tutmak için çözümler aramaya başlamışlardır. Arama çalışmaları karşılıksız kalmamış ve 1939 yılında Cannes’da Venedik Film Festivali’ne rakip olacak bir festival yapılmasına karar verilmiştir. Ne var ki iki gün sonra patlak veren 2. Dünya Savaşı bu hayalin yedi yıl sonraya atılmasına neden olmuştur. Bu yıl 55.si düzenlenen bu festival sayesinde Cannes uluslararası bir özellik taşımaktadır. Bunun dışında kış aylarına denk düşen günlerde birbiri ardına düzenlenen festival ve kongreler sayesinde de şehrin hareketliliği hiç kaybolmamaktadır.
Cannes, küçük bir tepeciğe inşa edilen bir balıkçı köyünden, lüks arabalar ve yatların uğrak yeri bir zenginler şehrine dönüşürken yeşil dokusunu biraz kaybetse de, geceleyin denize düşen silueti ile hep göz kamaştırmaktadır.
Şehri eski ve yeni kısım diye ikiye ayırmak tam anlamıyla mümkün olmasa da, eski limanın ve kalenin bulunduğu kesim ve modern binaların sıralandığı büyük caddeler yumuşak bir geçişle kendiliğinden ayrılırlar.
Deniz kenarına inşa edilen görkemli festival binasının çevresinde yıldızların el izlerine kayar gözleriniz. Sevdiğiniz sinemacıları bulup onların ellerine değdirdiğinizde avuç içlerinizi kırmızı halılarla kaplı merdivenlerde yürürsünüz en narin adımlarınızla. Her yıl mayıs ayına denk gelen festival zamanını saymazsak, diğer zamanlarda ne kadar çok turist olursa olsun fazla kalabalık gelmez şehir gözünüze.
Şehri gezmeye Le Suquet diye isimlendirilen tepeden başlamanızı tavsiye ederim. Buradaki gotik tarzda inşa edilmiş Notre-Dame d’Esperance kilisesi, Hollandalı Baron Lycklama’nın özel kolleksiyonunun parçalarının sergilendiği, arkeolojik ve etnoğrafik bir geziye çıkabileceğiniz La Caster Müzesi, yaklaşık 22 m yükseklikteki eski şatonun deniz ve dağ manzarasına hakim kulesi görülmeye değer. Eski sokaklardan geçerek çıkacağınız bu tepede ağaçların gölgesinde, akşama doğru güneşin denizle buluşmasını seyretmenin keyfinden bahsetmeden geçemem. Tüm Cannes kıyılarını, uçsuz bucaksız denizi, adaları ve esterel sırtlarını buradan görmeniz mümkün. Bu manzarayı gördükten sonra, deniz fenerinin yanında eşlerini bekleyen kadınların ya da denizdeki sandallarda ellerinde balıklarla ayakta duran balıkçıların yanında bulursunuz kendinizi.
Bu muhteşem manzaradan ayrılıp eski limanın olduğu kısma geldiğinizde, yan yana dizili yatları ve sandalları görürsünüz. Zengin misafirleri ağırlayan bu uzak diyar yolcuları ile denize açılır gözleriniz. Kıyı boyunca dizili lokantalarda, birbirinden değişik lezzetleri deneyebilirsiniz. 1876 yılında inşa edilen vilayet binasının güzelliğine bakmaya doyamazsınız. La Liberte yolu boyunca çınarların eteğinde şehre karışırsınız. Karşıdan görünen saat kulesinin saati öğleden sonraya denk gelmişse, yaşlı petanque oyuncuları arasından geçer, sokak satıcılarının tezgahlarına takılırsınız. Özellikle güney bölgelerde oynanan petanque oyunu buraya gelen turistlerin ilk dikatini çeken şeylerdendir.
Çocukluğumda mahalle aralarında oynadığımız top oyunları vardı. Bir de bir tenekeyi ortaya diker, elimizdeki taşlarla ona hedef alırdık. Adını hatırlamadığım bu tür hedefe vurma oyununu zaman zaman üstüste dizdiğimiz kiremitleri topa vurmak suretiyle oynardık. Bir de misketlerimizle toprak üzerinde yuvarlanır dururduk. 18. yüzyıla hatta daha da öncesine dayanan bu oyunların temeli bizim çocukluğumuzdaki gibi hedefe vurma ve diger topları hedeften uzaklaştımaya dayanan oyunlarla atılmış. Artık buradaki provençal diye adlandırılan yörenin olmazsa olmaz bir oyunu olarak biliniyor. 1910’lara dayanan petanque oyunu ise geçmisteki top oyunlarının kendine özgü kurallarla oynananı. Top dediğime bakmayın, bir avuca sığacak büyüklükte demir bilyeler diyebiliriz. İki oyuncu ya da iki takımla oynanan bu oyunda her oyuncuya ait 3 top (boule) var. Ve oyuncular cochonnet denilen küçük hedef topuna en yakın yere ellerindeki topları fırlatmaya calışıyorlar. 13 puan üzerinden oynanan oyunda yakın topa vurmaya calışırken rakibin topunu uzaklastırmak ve hedefe en yakın duruma geçme şansınız var. Zaten hedefe yaklaşamayan oyuncuların ilk düşüncesi de bu olup, hedefe en yakın rakiplerini devre dışı bırakmaya calışıyorlar. İnce hesaplarla, hatta cetvellerle ölçülen hedefe yakınlık tartışmaları büyük kavgalara bile dönüşebilir. Ne de olsa Akdeniz kanı taşıyorlar. Iyi bir petanque oyuncusu olmanız için pastis içmeyi de bilmeniz gerekir. Bu bir kural değil. Sadece benim görüşüm. Pastis bizim rakıya ve Yunanların uzosuna benzer, içeriği anason olan bir aperatif içkisi. Bu içki tıpkı rakı gibi su katılarak içiliyor.
Petanque oynayanları seyrederken ağaçların gölgesindeki banklarda dinlenebilirsiniz.
Sabahları erken kalkarsanız, Forville’deki kapalı pazar alanını mutlaka gezmenizi öneririm. Balıkçıları, çiçekçileri, şarküteri ürünleri satıcıları ve taze meyve sebze pazarcıları ile cıvıl cıvıl bir yer. Pazartesileri hariç, sabahın erken saatlerinden öğlene kadar süren bu pazar sizi şehrin bambaşka bir yüzüyle tanıştıracaktır.
Zengin ve ünlü markaların yer aldığı mağazaları keşfetmek için ya La Croisette’de ya da Rue D’Antibes’te gezinmeniz gerekecektir. Birbirinden ünlü mağazaları ağırlayan bu caddelerde her keseye uygun alışveriş imkanı mevcuttur. Ama buralara ait hediyelik bir şeyler ararsanız ara sokaklarda dolaşmanız iyi olacaktır. Trafiğe kapalı alanda yer alan eski sokaklarda kalabalığa karışıp keyfinizce dolaşabilirsiniz.
Cannes’dan bahsederken La Croisette’e bir iki satır değinmek yeterli olmaz sanırım. Film Festivali boyunca ünlü konukların arabalarını ağırlayan bu büyük bulvarı süsleyen palmiyeler buranın simgesi olmuş durumda. Bulvarın bir tarafında deniz ve plajlar, diğer tarafında da en ünlü otellerin sıralanması turistler için görsel bir şölen oluşturmaktadır. 1911 yılında inşa edilmiş Carlton Oteli benim burada görmekten zevk aldığım en favori binalar arasında. Yine bulvar boyunca Majestik, Grand Hotel, Miramar, Martinez ve Noga Hilton aklıma gelen diğer oteller. Birinci katı Cannes’daki kültür aktivitelerinin yönetim merkezi olan La Malmaison ve bahçesi özellikle gece ışıklandırması ile büyüleyici bir güzellik sunuyor. Yorulmazsanız sahil kenarında yer alan en popüler binalardan olan  Palm Beach’e kadar bile yürüyebilirsiniz.
Her otelin deniz kıyısında yer alan plajlarının yanısıra plaj lokantaları da sahil boyunca şehrin içinden denize girebilme imkanı sunuyor. Bunun dışında Festival binasının yanındaki halk plajından ya da yeni limanın yakınındaki halk plajlarından da denize girme imkanı var.  Eklenen yeni binası ile kapasitesi arttırılan Festival ve Kongre binası yıl boyunca Film festivali dışında MIDEM ve MIP TV gibi müzik ve televizyon sektöründeki önemli etkinliklere de ev sahipliği yapmaktadır. Hemen hemen her ay başka bir etkinlik ve bu etkinliği takip eden profesyoneller sayesinde Cannes esnafının yüzü hep gülmektedir. Zira yazın turist akını olup, kışın işlerin durduğu şehirlerden değildir Cannes.
Yeni liman ve eski liman arasındaki sahil turunuzu hiç bitirmek istemeyeceksiniz. Yaz boyunca sabahın ilk ışıklarından gecenin karanlığına kadar her daim hareketli olan bu yol boyunca karşınıza çıkacak sürprizlere hazır olmalısınız. Öğleden sonra ve akşama doğru artan sokak satıcıları, büfeleri, dondurmacıları, sokak ressamları ve çeşitli animasyonlar sergileyen sokak göstericileri ile hep canlıdır.
Şehrin çeşitli köşelerine yayılmış diğer güzel villaları da görerek Cannes hakkında daha çok fikir sahibi olabilirsiniz. Lüks yapıları ve güzel manzaraları ile tanınan California Bölgesi 19. yüzyılın sonlarından beri zengin kesimin gözdesi olmuştur. Çoğu İngilizler tarafından inşa edilen ve hala eski cazibelerini koruyan bu villalar yapıldıkları dönemlerin en belirgin özelliklerini taşımaktadırlar. Gotikten, neoklasiğe kadar farklı mimari özellikleri bir arada bu kadar cazibeli kılan ise, masmavi denizin ve yeşilliğin içiçe geçmiş uyumu olsa gerek.
Denizin, güneşin cömert davrandığı şehirlerdendir Cannes. Gece ayrı, gündüz ayrı bir yüzünü gösterir size. Ara sokaklarında hayallerinizin peşine düşmezsiniz belki ama birbirinden göz alıcı vitrinleri ile hep sizi çeker. Palmiyelerin süslediği, deniz sesinin kulaklarınızdan hiç gitmediği büyük caddelerinde, tarih kokulu eski sokaklarında dolaşırken zenginliğin ve bir parça yoksulluğun bir arada gözünüzün önünden akıp gitmesini seyredersiniz. En lüks arabaların motor seslerine karışan eski motosikletlerle, kocaman yatların arasında dimdik duran küçük sandallarıyla, şık mağazaların yanına dizilmiş ucuz mağazaları ile her bütçeden turisti ağırlamaya hazırdır.
Vaktiniz kalırsa kendinizi Lerin adalarına kalkan motorlardan birine atıp denizin ortasından şehre bir bakın derim. Ayrıca denize girmek için şehrin plajları yerine adaları tavsiye ederim.
Geceleyin şehrin ışıklarından gözünüzü alabilirseniz göğün karasında kendi yıldızınız arayın. O size kendi öykünüzü uyduracaktır. Bakarsınız eteklerinde lavantalarla balıkçı sevgilisini bekleyen kadının gölgesi sizin öykülerinizde de denize el sallar.
             
Gözlerimi kapattığımda, dolaştığım sokaklarının kaç adım olduğunu hatırladığım şehirlerden Cannes’ı turist gözüyle bu kadar canlandırabiliyorum kafamda. Yarın sabah Forville pazarına uğrayıp taze sebze ve meyveleri dolduracağım sepetime. Belki ismi şiir olan kafede çikolatalı krepimi yiyip, sütlü kahvemi yudumlarken şehrin bende bıraktıklarını düşüneceğim. Kalabalığa isyan edip, sıcaktan dert yanacağım duraktaki yaşlı bayana. Ve turistlerin daha az olacağı kış günlerini beklemeye koyulacağım.

Gözlerimin değdiği ama hala kalbimdeki adını koyamadığım şehirlerden Cannes.
Belki büyülü ve ulaşılmaz. Belki çok sıradan ve çok doğal.
Sizin ne bulacağınız ise sizde gizli. Ben bende kalanları paylaştım sadece.

2002 Yaz

       
   

           


HAYAT KALDIĞI YERDE

Hayat kaldığı yerde

Yeni bir sabaha daha uyanmıştı. Her zamanki gibi erkenden perdelerini açtı. Yeni yeni aydınlanmaya başlayan gökyüzüne bakıp derin bir iç geçirdi. Sonra biraz evvel yanından kalktığı adamın çocuk yüzüne bakıp belli belirsizce gülümsedi. O gülümserken yüzünden düşen yıldızlar hem acıyı hem sevinci yansıtıyordu aynada.
İyi ki hala yanımdasın diyordu.
Keşke eskisi gibi ayağa kalkabilsen diyordu.
Ya bir gün senden önce uyanamazsam.
Masum bir bebek gibi uyuyan yaşlı adamın yanağına bir öpücük kondurup güne başladı.
Pembe rengi uçmuş sabahlığını üzerine geçirip, yatağın altında duran hafif topuklu terliklerine uzandı. Ayağa kalktığında beyaz saçlarını eliyle şöyle bir düzeltti. Her zaman aynaya bakıp kendine çeki düzen ver diyen babaannesinin sesi yankılandı kulağında. Eski zaman kadınlarının zarif inceliklerini takındı aynanın karşısında. Beyaz saçları kendiliğinden siyaha döndü. Kahverengi lekelerle dolu elleri beyaz bir pamuk tarlasını hatırlatıyordu. Yüzü aydınlandı. Yeşile çalan ela gözlerinden saçılan parıltılarla yatakta uyuyan adama bir kere daha baktı.
Çok uzun zaman olmuştu.
O hep gencecik kaldı, ben kocadım diye düşündü.
Yok aslında zor değildi. Beni en çok sessizliğin yordu.
Gardırobun kapağındaki boy aynasında uzun uzun kendini seyrettikten bir zaman sonra banyoya yöneldi. Hava hala aydınlanmamıştı. Evin içine dolan belli belirsiz sabah ışığında bir önceki geceyi hatırladı. Kızı, oğlu, torunları hep beraber yemek yemişlerdi. Şimdi bu belirsiz aydınlıkta onların yüzleri doldu odaya, sessiz sabah kalabalıklaştı. Evin içinde çocuk sesleri...
Bebek sesiyle uyandığımız günler ne kadar gerilerde şimdi.
Aslında o sesler sana daha yakın.
Bebektiler ağladılar.
Sonra kahkahaları doldu.
Karne kırıklarına ağlamaları, aşk acıları
Evden ilk ayrılıkları.
En son hangi sesi hatırlıyorsun?
Geceliğini çıkartıp gece yatmadan hazırladığı keten elbisesini giyindi, sonra mutfağa gitti. Artık gün ağarmış, dışarının sesleri artmıştı. Okula giden çocukların sesi, tek tük geçen arabaların motor sesleri, balkona konan güvercinlerin kanat sesleri tıpkı diğer sabahlardaki gibiydi. Sonra sabaha eklenen diğer sesler...
Ben yıllardır bu sesleri duyarken, sen hep sessiz kaldın.
Ocağın üzerindeki çaydanlıktan çıkan buhara baktı. Sonra kaynayan suyun sesini dinledi, dışarıda anne diye bağıran bir çocuğun sesini duydu. Buzdolabından peynir, zeytin çıkardı. Her akşam sokak kapısının tokmağına asılı bıraktığı bez torbanın içinde yine sıcacık ekmeğini buldu. Yorgun bacakları isyan edeli beri sabahları ekmeğini kendi alamaz olmuştu. İşte yine yeni bir gün başlıyordu. Radyoyu açıp sabah haberlerini dinlemeye koyuldu. Sonra sevdiği program başladı. Şarkılar, türküler...
İşte tam o şarkı çalarken yüreği yandı. Yatak odasına doğru koştu hızla. O masum çocuk yüzlü adam hala gözleri kapalı yatıyordu yatakta. Gözleri doldu, usulca yanına sokuldu.
-Ben seni unutmak için sevmedim....

Ter içinde sırılsıklam uyandı yaşlı kadın. Sabahın tüm ışıkları odaya dolmuştu. Duvardaki büyük çerçevede asılı duran fotoğrafa baktı. Fotoğraftaki adamın yüzü gencecikti. Henüz 32 yaşındaydı. Daha yaşamın kırışıklıkları değmemiş gencecik bir yüz. Öylece de kaldı. Yaşlanmayan bir adam. Kadın sonra yatağının boş kısmına baktı.
-İlk defa ikimizi de aynı yaşta gördüm, dedi fotoğraftaki adama.
-Sen yine konuşmuyordun ama aynı yaştaydık. Sensiz 50 yıl nasıl geçmişti? Sensizliğimi senle geçen on  yılımla teselli ettim. Bu bana yetti.
Yaşlı kadın yataktan doğrulup aynaya doğru yöneldi. Yüzünün bir yanına pencereden gelen güneş değiyordu, aydınlıktı. Diğer yanı yorgun ve yaşlı kalmıştı.
Yine sabah olmuştu. Hayat devam edecekti ve yüzünün tamamını pencereden gelen güneşe doğru döndürdü...