NE VAR NE YOK

16.5.14

KIŞ UYKUSU

KIŞ UYKUSU FİLMİ ÜZERİNE GENEL BİR YAZI YAZMADAN ÖNCE KİŞİSEL HİSLERİM...
 

Acılarım o kadar taze ki...üst üste yaşadığım kayıplar film seyretme heyecanıma gölge düşürmüştü....tam kül basayım dediğim zamanlarda da memleket acıları ekleniyor yüreğime...

soma ile başladı film...orada filmin kadrosunda da filmi izleyenlerde de somanın hüznü vardı...

bazen elden bir şey gelmediği zamanlar vardır...gülümsemek zorunda olurken bile için için yas tutmak...yönetmen ve oyuncuların tebessümlerine yansıyan buydu...

nuri bilge ceylan büyüklüğünü, ustalığını ve her seferinde kendini aşmayı başardığını bir kez daha gösterdi...

filmin gizli kahramanı bence ebru ceylan' dı...senaryo ve yapımdaki varlığı o kadar belirgin ki...

iyi ve başarılı bir yapımcı ile yol alıyor NBC, zeynep ozbatur atakan...

haluk bilginer için yazabileceğim kelimeler yetersiz kalabilir...sahnede devleşen hem de öyle böyle değil 
kocaman olan bir oyuncu...onu izlemek bir ayrıcalık...

demet akbağ içindeki kadınları çıkarttıkça ona hayranlığımızı artırıyor..o kadar yaşatıyor ki rollerini, bugünkü kırmızı kıyafeti içindeki zerafeti de örnek olacak nitelikteydi...

melisa sözen  genç ve olgun… şimdiye kadar izlediğim tüm film ve dizilerinde karşısındaki oyuncuya değer katan bir tavrı var…güzel gözleri o kadar anlamlı bakıyor ki…

serhat  kılıç, kızlarımın Salı gününü iple çektikleri dizinin ergun plağı…hamdi hoca kimliğini o kadar inandırıcı giyinmiş ki, onu hayranlıkla izleyen kızlarım bu halde görseler tanımazlardı..

nejat işler…oyunculuğuna ve hayata olan tavrına defalarca yazı yazdığım…onu hayata tutunmuş görmekten büyük mutluluk olamazdı bizlere…kısacık rolüyle filme ruhunu katmıştı yine…

ayberk pekcan, onun ilk kez bir filmini izliyor olmayı kayıp haneme yazdım ama dizilerden aşinayım oyunculuğuna…bulunduğu sahnelere hareket getirmiş…

tamer levent,  tiyatrocuların sinema yapması gerek hissini defalarca uyandıran ve haluk bilginer ile olan sahnelerindeki konuşmalar hiç bitmesin dedirten …

mehmet ali nuroglu,  sevdiğim bir dizinin yürekli kahramanı olarak tanıdığım oyunculuğunu diye her zaman ben de özel yeri olacak oyunculardan…kısa bir roldü fakat anlamlı bir karaktere hayat verdi ki…tam üstüne biçilmişti..

nadir sarıbacak  ilk defa dikkatimi çeken ve son sahnelerde filme kattıklarıyla akla kazınan

nuri bilge ceylan filmlerinin görüntü kalitesi ve büyülü ruhunda görüntü yönetmeni gökhan tiryaki’den bahsetmeden geçmek olmaz diye düşünüyorum…yönetmenle iklimlerle başlayan birliktelikleri devam ettikçe ortaya çıkan başyapıtların sayısı artıyor…

İKİ yıl sonra yeniden bir nbc filmi seyrettim cannes’da…ik filmi kasaba harici tüm filmlerini cannes’da seyretme fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum…

Artan diyaloglar, uzayan süreler ve sürekli çıtayı yükselten mükemmel oyuncularla yine doyumsuz ve defalarca seyredilecek bir film yapmış… festival filmi için hayli riskli uzun süresi, kısıtlı gösterimine rağmen çok yoğun ilgi aldığını gözlerimle gördüm…

Ve galiba NBC,  film uzunluğunu 3 saatten 5 saate çıkarsa bile o sinema koltuğuna çakılarak ve nefessizce izleyeceğimi biliyorum…çocukları birine bırakabilseydim…murat'ın peşine takılıp la licorne sinemasındaki 21 seansına da girerdim…ki şimdide ağustostaki vizyon tarihini beklemeye başladım…

Arasına ayraç koyarken hayallere daldığım rus romanları gibi uzun, kışın kasvetli ruhunu pencere önünde yağan kara bakarak geçirdiğim çocukluğum gibi anadolu, gençliğime ve birazda benliğime yapışmış hayatın felsefesi soruları gibi ruhumdan bir parça,

biraz ben, biraz sen , biraz hiç, biraz çok diyecek kadar düşündürücü, zamanın donduğu, zamanın durduğu…nerede olursan ol içindekinin sen mi yabancı mı olduğunu arayıp duran…
zenginlik, fakirlik, af etmek, özür dilemek, kıskançlık, pişmanlık, adalet, asalet…
sıralamakla bitmeyecek kavramları hayatın ocağında pişirmek…

ocakta yanan paranın kokusu da , kokudan tiksinilerek açılan camdan gelen soğuk da, gar binasındaki sobaya değen elin canı yanması da tüm canlılığı ile bedenime geçti…o kar beni zaman zaman titretti, ikram edilen adaçayı kokusu burnuma geldi , film o kadar gerçekti ki…

sinema hayattan bir kare çaldı yine…sinema memleket özlemime derin bir çizgi çekip yüreğimdeki yaraların hafif hafif kabuklarını kanattı…sinema yine beni  içine aldı…

ruhun salıncakta sallanması gibi birşey…gözlerim yorgun, bedenim çökük, ama ruhum garip bir boşlukta sallanıyor…

güzeldi….

sadece olağanüstü güzel…  

SunA.K.

8.3.14

KURT SEYİT ÜZERİNE KISADAN BİRAZ UZUNCA



Tüm üzüntü ve yorgunluklarım üzerine,

Memleketin çivisi çıkmış artık hep manidar gündemine bir perde çekip

Bir Cuma akşamını yüzyılın türk yakışıklısı Kıvanç’a ayırmaya karar verdim.
Kendisi ile hiçbir olumsuz düşüncem olmamıştır, sinema ve televizyon kariyerinde ilerlemesini ise hiç şaşırtıcı bulmadım, zira çok yıllar öncesinde daha manken kralı falan iken yaptığı bir söyleşiyi izlediğimde ayakları yere basan, aklı başında bir genç olduğunu ve şöhretin büyüsüne kapılmayacağını tespit etmiştim. Ekran sonunda aradığı ve özlediği jöne kavuştu bence...kendisini çok sarışın bulmam ve george clooney geleneği bir yakışıklılık anlayışını benimsememe rağmen özellikle sarışın ve mavi gözlü halinin fazla vurgulanmadığı sahnelerde çok yakışıklı olduğunu bile söyleyebilirim.

Yani burada sözüm Kıvanç’tan öte...Benden tam notu aldı. Arkadaş tayfası da gerek fizik, gerekse oyunculuklarıyla tamamlayıcı nitelikte görülmekte. Kısaca dizinin erkek kısmı sağlam. Şura, ablası, barones, çok kısa bir sahnede gözümüze çarpan komşu kız henüz dizide hüküm süren erkek egemen seyri silebilecek bir etki bırakmamışsa da güzellikleri, makyaj ve kıyafetleri ile zaman içinde ne kadar etkili olabileceklerine dair sinyaller vermektedirler.

Maalesef anne baba kadrosunda beni saran etkileyen ve hatta işte sırf bu oyuncu için bir dizi izlerim dedirten bir isim ve oyuncu olmaması benim puan sistemimde biraz düşük not demektir. Yılların oyuncusu olmalarının ötesinde dizideki genç kuşakla bir doku, bir yakınlık tutturamamışlar gibi geldi. Aile kısmında en kalıcı ve en etkileyici isim ise Osman rolündeki gencimiz. Zaman içinde dizide etkili bir konuma geleceğinin sinyalini veren bir performansı var.

Sahne sahne irdeleyip hem kendimi yormayacağım hem de gereksiz ve uzun bir tv eleştirisi moduna sokmayacağım bu yazıyı. Zira henüz bir bölüm ile genel yargı yapılamayacak kadar emek verilmiş özel bir çalışma.  Türk dizi sektörü için yeni bir kazanım ve özellikle daha ilk bölümden seyretmeyi red ettiğim Muhteşem Yüzyıl’ın da tahtını haylice sarsacak bir dönem çalışması. Mekanlar ve doğa konusunda çok daha şanslı olmaları bile dizinin iç mekanlara sıkışmasına ve diğer dizilerdeki gibi salon ortamlarında geçmesine engel. Bu artı özelliğini daha da kullanarak bize daha fazla güzellik sunacağına da inancım tam. Özellikle Kırım sahnelerinde kendimizi özlediğimiz doğaya atabilir gözlerimizi kapatıp yeşil nefesler alabiliriz. Bu da henüz bizim inşaat sektörümüzün o diyarlara ulaşmadığının bir göstergesidir ki, bunu farkedecek tokinin yabancı diyarlar demeyip oralarda da bir kentsel dönüşüme gitmesinden endişe duymuyor değilim.

Kısaca hayli olumlu bileşenden sonra beni rahatsız edenler...

Diyaloglar ve özellikle genç askerlerimiz arasındaki muhabbetler biraz daha derinlik kazanabilir. Daha ağdalı bir dil kullanılabilirdi. Rus edebiyatının sayfalarında boğulmuş biri olarak o etkileyici edebiyat öğelerini rus mekanlarında hissetmek ve duymak arzusundayım. Kullanılan dil çok daha yalın ve izleyiciyi zorlamayan bir hale gelmiş.

Bir kaç dakika önce Arte’de Fındıkkıran balesinin büyüsüne kapılmış giderken diziyi başlatmamızdan mı ne bilemedim, bence dizinin en etkileyici sahnelerinden biri olan opera binası  sahneleri ve bale gösterisi sahnesi adı geçen Bolşoy için biraz yavan kalmış. Bu kısım olduğunca abartılabilir, hatta bir beş dakika ile milletimize bale kültürü aşısı yapılabilirdi. Senarist ve yapımcıların bu şansı değerlendirip dizi tarihimize yazılacak bu etkili göreve soyunmalarını itina ile bekliyorum. Bir dahaki bölümlerde iyi bir konser veya sıkı bir opera performansı bekliyorum.

Hangi sahne önceydi hatırlamıyorum ama genç delikanlıların buz gibi suya atlamaları çok iyi düşünülmüş bir görseldi. Hava şartları nedeniyle bu sahne daha fazla uzatılmamış olsa da daha etkileyici kılınıp ardından bir ateş yakma sahnesi ile tamamlanabilir, ıslak saçlı Kıvanç’ı daha uzun süzmemize zemin hazırlanabilirdi. Maalesef bu etki hamam sahnesinde verilmeye çalışınca uzun peştemali ve yarı sabunlu saçları ile karizmasına darbe vurulmuştur. Yağız delikanlıları 5 metrekarelik kurna başında yakışıklı gösterme çabaları boşunadır...Hamam sahneleri göbek başında kese yaptıran balık etli ve güzel gözlü oyuncuların sergilenmesi için idealdir. İlla ki bu anlamda bir vurgu yapılacaksa, bunun da iki  anlamı olabilir 1- sırf erkek muhabbeti bunun için salaş bir meyhanedeki rakı muhabbeti daha etkileyici olabilirdi. Şu sıralar milletce rakıya sergilenen korkak tutumdan dolayı bir çekingenlik varsa bu kısım ocak başı bir kahve sohbetiyle de kıvamlı hale getirilebilirdi. Yok bu beylerimizin fiziksel endamları sergilenmek amacıyla çekilmiş bir sahne ise şu göle atlama sahneleri abartılabilir veya askerlerimiz için cephede nasıl banyo yapılır diye bir duş ya da nebileyim o dönem nasıl yıkanılıyorsa öyle bir sahne eklenebilirdi. Tabii ergen kızlarımız için başı yarı sabunlu kıvanç sahnesi ve uzun peştemal bir iç bayıltıcı sahne olarak tasarlansa da, kırklarını hüküm süren benim için o adamların gereksiz yere o hamamda yer almaları duygularını vermekten öte gidemiyor.

Dedim ya burada güzel ve etkileyici sahnelerden çok bana batan yerlerden bahsedeceğim. Hele ki ilk sahnedeki ölen asker eşinin ziyaret sahnesinde diziye tam not vermiş biri olarak, ilerledikçe tesadüfen ve ilerde bazı kurgulara dahil olacak komşu evindeki doğum sahnesi biraz haydi bunu böyle yapalım aradan çıksın imajı vermiştir.

Neyse bu yazı artık uzamaya başlayacak ve her sahneyi yorumlamaya başlayacakmışım gibi bir his uyandırmıştır bende...Seyit ve babasının yaptığı konuşmanın biraz daha vurgulanmasını beklerdim. Herneyse dizi benden tam not aldı ama maalesef zaman ayırıp tv başında izeleyebileceğim kadar beni sarmadı. O nedenle kendisini yeni dönem ütü dizileri listeme dahil edip başarılar diliyorum.

Dediğim gibi Kıvanç’a tek bir sözüm yok. Emin adımlarla ilerliyor ve başarısına başarı katıyor.Farah Zeynep Abdullah, Birkan Sokullu ve  Ushan Çakır Kıvanç Tatlıtuğ kadar etkileyici ve onu tamamlayıcı oyunculukları ile benden tam not aldılar. Barones Lola rolündeki Aslı Orcan ve Osman rolündeki Barış Alpaykut ise oyunculuklarını takibe aldığım diğer isimler.


Diziyle ilgili bir daha bu kadar uzun yazar mıyım bilemiyorum ama devam etmesini ve hatta bir sinema filmi ile tamamlanmasını isterim. Özellikle dönem kostümleri, makyajı ve yaşantısına büyük özen gösterilerek yapılan çekimlerine hayranlık duyduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Karlı sahnelerde ben de aynen o soğuktaki gibi titredim resmen, hele O Karadeniz sahnesinde o maviliklere bakmaya doyamadım. Dans ve balo sahneleri uzun ve sıkıcı gelse de zamanla azalıp daha bol diyaloglu yemekli ya da gezmeli sahnelerle daha çok zenginlik tanıyacağımızı umut ederek noktamı koyuyorum....

19.2.14

GRASSE


grasse


Merhaba,

Penceremden ışıklarını gördüğüm şehre ne kadar uzakmışım...

Çok olmadı, yaşamaya yeni başladığım bu şehri hep bir mola yeri gibi görmüşüm. Uzun otobüs yolculuklarından sonra dinlenilen terminal bankları gibi. Yolumu hep bir iş için düşürdüğüm şehirle yüzleşmeye daha çok zaman var belki.

Ben sadece otobüs durağında tesadüfen tanıştığım yaşlı bayanın düşlerini hatırlamaya çalışacağım. Henüz yağmurlar başlamamıştı, daha sıcaklardan da kavrulmamıştık. Yeni bir yerlerde yaşamaya alışmanın yabancısıydım sadece. En yakın markete ulaşma, en yakın otobüs durağını keşfetme telaşı vardı.

Eteklerindeki ağaçların arasına evleri serpiştirmiş şehir silueti bile görünmüyordu daha penceremden. Pencereler sonuna kadar açıktı ama ben daha başımı kaldırıp bakmamıştım.

Bir arkadaşın yolunu beklerken otobüs durağında, bir şehri keşfetmeye çalışacağımı ise hiç ummazdım.
Oysa dışarıdan zaman zaman gelen çiçek kokuları bu şehri anlatabilirdi. Buraya turist olarak yolu düşenlerin bile unuttuğu bir şehrin hikayesi mi var şu geceye düşen siluette?

Bir zamanlar buralar yemyeşildi diye anlatırken gözlerini, şimdi otel olarak kullanılan görkemli binaya dikmişti. Güneşin hafifçe değdiği yüzündeki kırışıklıklar ile pembe dudak boyası öyle tezattı ki.

Gözlerindeki aydınlık ve dudaklarının titreyen heyecanına bakıp, çiçek desenli elbisesi içinde incecik duran bu kadını gencecik bir kıza benzetebilirdim. Yıllar değmeseydi yüzüne, heyecanı daha dün gibiydi...

Ben buralarda doğdum dedi, kilise çanlarının arasından kulelerin yükseldiği eski şehri göstererek.
Şimdiki gibi bozulmamıştı buralar dedi kısıp gözlerini...
Adı gibi yemyeşildi ve bir parfüm cennetiydi Grasse dedi. Sonra belli ki taa o günlere gitti. Gözlerinde kiraz toplayan bir kız çocuğunun gülümsemesi, ellerinde lavanta kokuları. Biz yeni geldik buralara dedim. Ama yolum çok sık düştüğü için bilirim bu şehri dedim.

Biz şehrin eteklerine yerleşiyoruz, o taa kalbinde doğmuş.

Buralarda portakal çiçeklerinin kokusu vardı, sonra şu dağlardan gelirdi çiçekler ve lavantalar diye devam etti. Kendi öyküsünü ve gençlik parfümlerini hatırlayarak. Şimdi dedikçe içi acıyordu besbelli. Zamanında bu bölgenin parfüm ve dolayısıyla da ekonomi kenti, şimdilerde eski sokaklarında gezinen kedileri ve rutubet kokusunu hatırlatıyordu bana. Denizi tepelerinden seyreden bu şehir unutulmuşluğu ve kirlenmişliği anlatıyordu taş yollarında. Oysa ne çok hikayesi vardı, tıpkı bu yanımda gençliğini hatırlayan yaşlı kadın gibi ne çok asil ev sahibi.

Şimdilerde turistleri çekebilmek adına hala devam eden parfüm üretimi, şehri canlandıran üç parfüm şirketi ve sokak arası atölyeleri dışında bir de müzedeki eski fotoğrafları kalmış, dünyanın dört bir yanından gelen çiçek kokularının. Bir de şimdilerde burayı mekan tutmuşların bilmedikleri tarihi. Yaşlı kadın konuşuyordu, ne çok biriktirmişti ya da ne çok yaşamış. Bazen kaçırdım sözcüklerini, gözlerim tepelerdeki ağaçlarda doğduğum küçük şehrin boz tepelerinde buldum kendimi.

Şimdi penceremden siluetini sevmeye başladığım şehir, yitip gidiyor ve giderek kirletiliyor olsa da tarihinin sayfalarındaki parıltılı öyküleri dinlemek için otobüs duraklarında mola vereceğim tüm aydınlık yaşlı yüzlerin yanında. Onlara eskiyi hatırlatırken gözlerindeki parıltılara bakıp her şehri değerli kılan anıların peşinden yeni öyküler yazacağım. Ve artık karanlık ve pis sokaklarında çekinmeden gezinirken bu şehrin,parfüm işçilerinin çiçek kokularına karışan seslerinde eski şarkılarını dinleyeceğim.

Ve burada doğmamış olup buralı olmanın keyifli yanlarını bulmaya çalışacağım. Bir zamanlar okuduğum bir kitaptaki gibi sadece şehirleri değil, sadece sevdiklerim yaşadığı için bazı şehirleri de seveceğim.
Tıpkı burası gibi...



2003 Grasse

5.2.14



KAR ÖLMEK DEMEKTİR BAZEN....
Bazı bebekler ölmek için doğarlar sanki bu coğrafyada...
Bir vardırlar bir yokturlar...nasıl öldüklerini okurken üçüncü sayfa haberlerinde yüreğimizin en derin kısmına bir acı çöker, gözyaşlarımız yanaklarımıza dökülür de düğüm düğüm yutkunuruz...biz sadece bir fotoğraf karesine bakıp bakıp ağlarız...
Burada yağmur
O fotoğrafda gözü alan kar beyazı
Burada bir hastane bekleme salonunda ateşli bir bebek
Orada karlı kaplı köyün soba ateşinde ısınmaya çalışan evinde ateşli bir çocuk
Burada bebek babasının kucağında sıcacık
Orada çocuk babasının sırtında artık soğumuş...
Adil mi diyorum dünya, hayır değil

Saat gecenin ikisinde ateşi çıkan ve onu doktora götüremeyen bir çocuğun annesi olmak zordur.
Karla kaplamış yolları aşmak ister yürek ama elden birşey gelmez
Memleketin doğusunun kışın hikayesi budur
Kafalarda renkli bereler, ellerde yün eldivenler kayak takımları ile gülümsemek değildir sosyal medyanın en çok beğeni alan fotoğraflarında...
Yüze çarpan soğuğun  elleri çatlatan ve ayaklar ıslakken buz kesen halidir kar...
Gecenin bitmediği, gündüzün yetmediğidir
Kar yolları kapar
Kardan adam yapmayı da bilmez çoğu bebeler orada...
Sobaya atılacak her bir odun için ter dökülür
O evlere şakacıktan bile olsa ne noel baba uğrar, ne bir postacı...
Yollar kapandıysa hayatları kendilerine döner ve beyazlığa bürünür ...
Ve o beyazlığa bak bak ölüm beyazlığı çöker...
Hastalar sedyede taşınır, kadınlar zor da olsa mecburen evde doğurur...birçoğu aşırı kanamadan daha yavrusunu kucağına almadan yumar gözlerini
Ve çocuklar ölür
Çocuklar ateşlenir, çocuklar kusar, çocuklar hastalanır...
Doktor gelemez, onlar doktora gidemez
Çünkü yollar kapalıdır
Gökdelenler diken, havaalanları yapan ve çifter çifter yollar yapan teknoloji de, siyaset de
Açamaz karda yolları....
Zordur...
Ama başka başka memleketlerde taa kutuplara yakınlarda bile kar kapatmazken yolları,
Kar kapatmazken havalanlarını...
Orada bizim doğumuzda yollar kapanır kardan...
Bugün hepimiz bu kareye içimiz yanarak baktık
Bugün hepimizin isyanı kara oldu
Bugün o üç yaşındaki çocuğun ölümüne ağladık
Dünden farklı değildi aslında...
Yarın da farklı olmayacak maalesef...
Biz canımız acıdıkça yüreğimize taş basarız
Biz canımız acıdıkça bağıra bağıra ağlarız
Biz canımız acıdıkça sesimizi çıkarır sonrasında bir ömre yetecek kadar susarız...
Dün de öyleydi,
Bugün de böyle
Yarın da maalesef...
Bir mucize değil, sadece hizmet
Bir mücize değil sadece insana ve hayata değer vermek
Bir mucize değil sadece adil yaşam
Kayak kaymak için açılan tesislerin yollarını açabilen teknoloji varsa,
Kışa teslim olan köylerin yollları da açılabilmeli...
Ve bu sadece ağlamakla olmaz...artık bu fotoğraflara bakıp bakıp ağlama zamanı değil
Birşeyler yapılmalı...


19.1.14

UYAN ARTIK GÜZEL İNSAN...GÜLÜMSEMENİ YARIM BIRAKMA....




nejat işler

Gülüşünde acıyı  da, isyanı da gizleyen adam,
O bizim neslin kimi zaman isyanı, kimi zaman yarım kalan hayalleri, kimi zaman inatçı asiliği olarak kazındı gönüllerimize....
Yumurta’da gözlerini yere indirerek duran adam da, bar’da şiddetiyle yüreğimize nefreti sokan adam da aynıydı...ilk şehnaz tango ile tanıdım...genç zamanlarımıza düşen genç gülüşü ile ekrana çok yakışmıştı yüzü... sonra gülbeyaz’ın mavi gözlerinde kaybolan aşkı oldu...aliye’yi seyretmedim...arada bir televizyon sayfalarında rastladığım fotoğraflarda bir şey eksikti...herkes çok beğeniyordu ama yok o dizi bence o’nun değildi...ama çok beğenildi...genç kızların kalbine taht kurdu...
Mustafa hakkında herşey’de fikret kuşkan ile karşılıklı oyunlarının büyüsü hala aklımda, ardından anlat istanbul’da göründü...yaşamın kıyısında’na bir kıyıdan pencere camından bir sahne ile aklımda kaldı...sonra ali oldu 11’e 10 kala’da, gündelik çıkarlarının peşine düşen silik bir kapıcı resmi çizdi...kaybetmeyi seçmişlerin sesi oldu sonra...bir ah dedi hepimiz içimizdeki ahları sıraladık...siyah beyaz bir barda kavga eden adamı değil hayat kurtaran bir adamı soktu sinema hafızamıza...sonra çınar ağacında kısacık bir göründü..
Bıçak sırtında güzel adamlar buluşmasıydı...fikret kuşkan, mehmet günsur ile birarada beyaz camda devleştiler..
barda filminde oyunculuklarına doyamadığım erdal beşikçioğlu ile karşı karşıya oynadığı behzat ç. ile girdi yeniden belleklerimize...nefret, şiddet, kin hangi kötü duygu varsa neredeyse hepsini bir anda ercüment çözer olarak karşımıza çıkarıverdi...ardından bir dizi ile yeniden bir barın arkasına geçti...intikam ama devam edemedi...
Belki sağlığı, belki de o rolün ona göre biçilmemiş olmasıydı..tüm bu rollerle beyazperdede ve renkli camda kimi zaman gülümserken, kimi zaman gözlerini yere indirirken , kimi zaman da en nefret ettiğimiz kahkahalarını atarken gerçek hayatta isyan etmeyi seçti...
Dayatmalara, oyuncuların girdiği o sahte dünyaya, kimi zaman hayata, çoğu zaman yalana,
Aşkı bence hiç oynamadı...bir kadını sevdi, belki de bir çok kadını ama bence hiç aşık rolü yapmadı...sevdiyse gerçekten sevdi...
Hepimiz önce ağaçlar için , sonra ölen çocuklarımız için ağlarken o diğer bazıları gibi parasız kalırım, işsiz kalırım deyip yerinde durmadı...gezi’de de direndi...isyan eden gözlerindeki gülümsesi ise hiç bitmedi...
Sonra hasta dediler, alkolle sorunu var dediler...birileri hemen karalamak için sırada bekliyordu...
Evet hastaydı, evet alkolle arası iyiydi...ama unutmayın o sizin gibi hiç yalana başvurmadı...
Avmlerde magazine oynayan dublajlı oyunculara inat sokakta hayata oynadı...
Bugün komada dedikleri andan itibaren tek düşündüğüm şey adam gibi adam, rolünün hakkını veren bir oyuncu oluşuydu...artık hızla nesli tükenen bir kuşaktan geliyordu...tıpkı çevremdekiler gibi, tıpkı benim gibi bazı şeyleri kabul edemiyor ruhuna sığdıramıyordu...ruhunu acıtırken bu koca dünya düzeni bedenini  de ihmal etti...belki bizler onun kadar cesur değiliz...kanayan yaralarımıza, ağzımıza kadar gelen çığlıklarımıza rağmen susmayı, bazen de küçük beyaz yalanlarla konuşmayı seçiyoruz...
Belki de hepimiz aslında kaybedenler kulübü’ ndeyiz...kime göre neye göre sadece bunu bilemedik...
Şimdi durduk yere, hele bazı kötülükler hala can acıtırken böylesi  yürekli bir adamın orada hasta olduğunu bilmek üzüyor bizleri...hepimiz  kendimizce yakarıyoruz iyileşmesi için, diliyoruz ki bir an evvel gözlerini hayata katsın, diliyoruz ki o gülümsemesini eksik etmesin, diliyoruz ki sevdiklerinin yanından gitmesin...
Eğer yeniden o isyankar gülümsemesiyle hayata karışırsa isterse bir daha hiç yansıtmasın yüzünü beyaz perdeye ve renkli cama ne yazar yeter ki daha biraz daha yaşasın...hem de kafasına göre, hem de isyan ede ede...
Bizde ona uzaktan bakıp  bizim gençliğimizi, unutttuğumuz direnişlerimizi ve doya doya gerçek gülümsemeyi hatırlayıp umutlanalım....

Bir an evel iyileş asi adam...henüz filmin ortasındayız....

13.1.14


KADININ ADI HALA YOK....
ÇOCUĞUN ADI KADER

Kadın çocuk, çocuk kadın...artık hiçbirinin önemi yok...
Ölü kadın ya da ölü çocuk olması da önce içimizi acıtacak, sonra biraz gözyaşı bırakacak, sonra isyan ettirecek, sonra yazılara, filmlere, romanlara konu olacak...sonra tümü gibi unutulacak...onun bedeni toprağa karıştıkça biz hayata karışacağız ve hayat bizi bir başka benzeri ile karşılaştırıncaya kadar susacağız...

Kimimiz önce topuklu ayakkabılarının çamurunu temizleyeck önce masasına oturup bilgisayarı başında bir iç geçirecek bu habere...
Kimimiz sabah kahvaltı hazırlıklarında televizyonda yüzüne çarpan görüntüsüne önce bir hayıflanacak sonra yumurtayı fazla pişirdiği için kendisine kızacak...
İsyan eden cümlelerini bir bir sıralayacak biriniz twitterda sonra yayın yönetmenine kızarak avm önünde ünlü beklemeye gidecek...
Sabah duşunu alırken onun yerinde olmadığı için mutlu olacak yeni meşhur olan bir şarkıcı adayı, aynı topraklardan gelmesini hatırlayacak sonra kendi değişen yaşamını düşünüp bir oh çekecek...
Sınıfa giren öğretmen daha önce aynı kaderi paylaşan bir öğrencisini hatırlayacak gözleri dolarak, sonra elini yeni belirmeye başlayan karnında gezdirip kendince bir dua mırıldanacak...
En hüzünlü türküsünü bugün söylediğini düşünecek radyo sanatçısı sabah gazetede gördüğü bu haberle titreşecek sesi, sabah radyoda türkü dinlemeyi  seven yaşlı kadın haberleri bilmese de türkücünün sesindeki ölüm haberini alacak kendi kaderine yanacak...
Sonra bir kadın evdeki tüm tozları almaya çalışırken birden hatırlayack kaderi, belki de kaderini...
Sobaya odun koyan ellerinin ne kadar çatlamış olduğunu gören bir başka çocuk gelin isyanı bile unutmuş bir çığlıkla acıyacak haline...
Bir babanne torunlarına bel ağrılarından yakınırken televizyonun dibine düşmüş genç kızın ona çay getirmesini söylecek...
Kahve servisi yaparken birden elindeki tepsidekilerin hepsini dökecek bir genç garson kız, ona bakan ve belli ki acelesi olan saçlarının fönünden hala kurutma makinesi kokusu gelen genç kadın sinirle manikürlü tırnaklarını yiyecek...
Facebookda paylaşacak birileri bu haberi, birileri yorum yapacak...
Bir kadın politikacı bir otogalerinin açılışında bu konuya değinmek isteyen gazeteci kızı azarlayacak, yeri değil burası değil diye...
Hemşire iğnesinin acıttığını bilmeden daha da bastıracak damarlarına hastanın, uzaktan akrabasının kızının ölüm haberini televizyondan  almışlığına içerleyecek...
Hastane yatağında serumlarla yatan kadın inleyecek, ben burada acı çekerken gencecik bedenler toprak oluyor diye...
Kadın yemeğin tuzunu biraz fazla kaçıracak o gün.
Kuaför bir daha çocuk gelin başı yapmayacağım diye yeminler ederken, ilk duruşmasına giden avukat kadın yakasını düzeltecek karşısına çıkacak kadın hakime ait söylenenleri bir bir hatırlayacak ve ilk olacak duruşmasında kavga eden iki komşudan birinin avukatı olmak yerine tecavüze uğrayan kızları savunarak bu ölümlerin  intikamını almak isteyecek...
Lise öğrencisi kız bugün yapılacak sınavdaki tüm sorulara ezbere bildiğini düşünerek pencereden dışarı bakacak...
Bir kuş uçacak uçacak uçacak...
Ve biz yine bugün ölen o 14 yaşındaki kızı başına gelenleri unutup güne karışacağız...

11,5 yaşındaki kızı yatağına alabilecek kadar yüreksiz adamı düşün
Haydi O da gençti diyelim...
12 yaşında çocuk doğurmasına müsade eden aile kurumuna ne demeli...
Kemik yaşı daha büyükmüş...
13ünde bir çocuk daha veren hayata isyan eden bedeni
14ünde tek kurşunla artık ölü
İntihar ya da cinayet...
Fark eder mi savcı bu saatten sonra bu soruyu sorsa...
Cinayet olsa değişecek mi kaderi kaderin...
İntihar deseler koruyacaklar mı çocuk kadınların anneleri kızlarını...

İsyan etmek yetmiyor elbet
Bu memleket kız çocuğunu bu zihniyetle büyüttüğü sürece bu ne ilk ne son haber olacak...
İki satır yazı öğretmekle de olmuyor bunun eğitimi, kadının adı yoksa hala bu toplumda....ve kader hala bir kız çocuk ismiyse yüze vuran bir tokat gibi...kız çocuklarımıza mavi, umut, yeşil, güneş, yaz, hayat diyemeyecek kadar kaderimize terk edilmişsek, bir kış günü toprağa karışan Kader’in kaderini aslında bizim çaresizliğimiz taa başından beri biliyormuş....

Belki bir gün saçlarımdaki tüm saçlar bembeyaz olduğunda bu yazıyı okuduğumda bütün bu yaşananlar gerçekten geçmişte kalır umudunu taşıyacak kadar umut bırakmayan memleket gerçeğine buradan selam olsun...     


KADER aslında hepimizin....


25.10.12

ISTANBUL KOKUYORUM





Yağmurla karışık bir şehir gezintisi...

Bir bebeğin uykusuna karışıyor cümlelerim. Onun düşlerinde benim gürültücü klavye sesim. Yazmak mı, yazamamak mı? Günlerce beynimde dolaşanların duvara yansıması. Bir gölge oyunu var gördüklerim arasında. Parmaklara geçirilen kuklalar eşliğinde, yeniden çocuk olmayı denerken, en son uçakta güzel bir cümle kurmuştum. Şimdi ise unuttum.
Karşımda sarı renkli bir duvar, yazdan kalan güneşin son demi ile ensem ısınmış. O yukarıda uyuyor. Nihayet...

Yağmur kokan bir sabahtı anımsadığım. Gittikçe benden uzaklaşan şehrimde güze merhaba demenin en yalın sesi. Yağmur yağıyor, seller akıyor...
Taze toprak kokusunu getirmişti gökten inen damlalar. Daha sabah şehri çalkalamadan yollara düşmüştük. Şipşak fotoğraflar gibi yapılan kısa şehir turları ile bebeğin beslenme saatleri arasına sıkışmıştım. Sıkışmıştık ama bu yetişme telaşında gözüme her şey daha bir güzel geliyordu.
Güzel bir Eylül sabahı. Yağmur kokan kentin en ihtişamlı meydanlarından birinde göğe dikmiştim başımı. Yüzüme düşen yağmur damlaları şimdi arkamda kaldı.
Yıllar öncesinden hatırladığım curcunanın yerini bir sessizlik almıştı. Doğru yerde ve doğru zamanda olup olmadığımı anlamak için kendimi dürttüm. Daha okullar açılmadan hafta içi bir gün koskoca meydanda bu boşluk. Yoksa burası Eminönü değil miydi?
Issızlıkta, hayali sesler ve hayali itişmelerle yürüyordum sanki. Adımlarım, ayaklarım, ellerim. Bir şeylerin eksildiğini düşündüm. Öğrencilik yıllarında kalabalıkta yalnız kalmak için sık sık uğradığım sokaklarda sade bir sessizlik. Üçe beşe yapılan pazarlıklar bitmiş, yol üstü tezgahları başka yerlerde açılmış. O kalabalık meydan ve curcuna semti başka bir görüntü ile karşıladı beni. Yakında balık ekmek keyfini de bitireceklermiş.
Şimdi yağmurun kokusu daha keskin. Deniz kokusu da yanında. Birazdan oltalara takılacak ilk balıklar ve küçük sandallarda öğle telaşı başlayacak. Şaşkınlık ve ıssızlıktaki hayali kalabalıkla Sultan Ahmet’e gitmek üzere hafif metroya biniyorum. Her şey şaşırtıcı. Akın akın akan kalabalıklar beklerken koyu ıssızlıklar var çevrede. Şehir boş.
Oysa en güzel zamanı yılın. Eylül’ün ilk günleri. Yaz güneşi ve güz yağmurunun gizli flörtü. Sokaklardan taşmak lazım. Sokaklara karışmak lazım.
Kokuların peşinden gidip özlenen şehre merhaba demenin rotasını çizmeli. Yağmur yol gösterici. Koskoca turistlik meydanda taze kesilmiş çimen kokusu. Yağmurun değdiği yeşilliklerin parıltısı gözlerimi alıyor. Sonra sıra sıra dizilmiş turist otobüslerinin egzoz kokusu, rahatsız edici ama katlanılabilir. Buram buram acıktıran simit kokusu, yanına bir demli çayın eşlik etmesi beklenir.
Bekleyen var, dönmek zamanı. Geride bıraktıklarını sokak aralarından kıvrıla kıvrıla denize kavuşurken anımsa. Unuttuğun taş sokaklardan nem kokusu boyunca denize ulaş. Karşına Galata Kulesi çıkınca dur. Her yer boş. Sokak satıcıları gizlenmiş. Köşede boyacılar ve her zaman kokusu seni çeken o kapalı baharat çarşısı...
Önce yeni çekilmiş kahve kokusu ile başlamalı, ardından birbirine karışmış baharat kokuları ile yağmurun kalabalıklaştırdığı Mısır Çarşısında bir tur yapmalı. Bir yabancının gözlerini ödünç aldım. Hatırlamak adına, şaşırmak adına tüm renkleri ve kokuları kızıma götürmek üzere bir masal içinde saklıyorum.
Yeniden meydandayım, yağmur artık ıslatmıyor. Kuşlar ve ben. Göğe ellerimi açıp kendi etrafımda dönmek istiyorum. İlk kez böylesi boş, böylesi koşulası bu meydan. Bir balık ızgaraya düşüyor, gelip geçen otobüsler sabaha oranla daha kalabalıklaşmış, yer altındaki pazardan döner kokusu geliyor. Tanımadığım bir yanık sesli şarkıcı eşlik ediyor yer altı işportacılarının pazarlıklarına.
Galata Kulesi karşımda hala. Tıpkı Kız Kulesi gibi Galata Kulesi’ni de her daim görebileceğim meydanları seviyorum...
Yağmur diniyor.
Şimdiye bir bebek ağlaması karışıyor, yeni uyanmış.
Orada bir çocuk elindeki simidin susamlarını atıyor martılara.
Çay demlemeli.
Güz geldi. Eylül bitmeden o kokuyu bir daha hissetmeli.
Kabuk değiştiren bir meydandan eskisi ve yenisi ile hatıralarıma karışan yüzler, sesler ve kokular kaldı. Avuç içlerimde bir küçük ayna, baktıkça bir martı havalanıyor benim şehrimden...


SunA.K.

17.09.2004