NE VAR NE YOK

25.10.12

ISTANBUL KOKUYORUM





Yağmurla karışık bir şehir gezintisi...

Bir bebeğin uykusuna karışıyor cümlelerim. Onun düşlerinde benim gürültücü klavye sesim. Yazmak mı, yazamamak mı? Günlerce beynimde dolaşanların duvara yansıması. Bir gölge oyunu var gördüklerim arasında. Parmaklara geçirilen kuklalar eşliğinde, yeniden çocuk olmayı denerken, en son uçakta güzel bir cümle kurmuştum. Şimdi ise unuttum.
Karşımda sarı renkli bir duvar, yazdan kalan güneşin son demi ile ensem ısınmış. O yukarıda uyuyor. Nihayet...

Yağmur kokan bir sabahtı anımsadığım. Gittikçe benden uzaklaşan şehrimde güze merhaba demenin en yalın sesi. Yağmur yağıyor, seller akıyor...
Taze toprak kokusunu getirmişti gökten inen damlalar. Daha sabah şehri çalkalamadan yollara düşmüştük. Şipşak fotoğraflar gibi yapılan kısa şehir turları ile bebeğin beslenme saatleri arasına sıkışmıştım. Sıkışmıştık ama bu yetişme telaşında gözüme her şey daha bir güzel geliyordu.
Güzel bir Eylül sabahı. Yağmur kokan kentin en ihtişamlı meydanlarından birinde göğe dikmiştim başımı. Yüzüme düşen yağmur damlaları şimdi arkamda kaldı.
Yıllar öncesinden hatırladığım curcunanın yerini bir sessizlik almıştı. Doğru yerde ve doğru zamanda olup olmadığımı anlamak için kendimi dürttüm. Daha okullar açılmadan hafta içi bir gün koskoca meydanda bu boşluk. Yoksa burası Eminönü değil miydi?
Issızlıkta, hayali sesler ve hayali itişmelerle yürüyordum sanki. Adımlarım, ayaklarım, ellerim. Bir şeylerin eksildiğini düşündüm. Öğrencilik yıllarında kalabalıkta yalnız kalmak için sık sık uğradığım sokaklarda sade bir sessizlik. Üçe beşe yapılan pazarlıklar bitmiş, yol üstü tezgahları başka yerlerde açılmış. O kalabalık meydan ve curcuna semti başka bir görüntü ile karşıladı beni. Yakında balık ekmek keyfini de bitireceklermiş.
Şimdi yağmurun kokusu daha keskin. Deniz kokusu da yanında. Birazdan oltalara takılacak ilk balıklar ve küçük sandallarda öğle telaşı başlayacak. Şaşkınlık ve ıssızlıktaki hayali kalabalıkla Sultan Ahmet’e gitmek üzere hafif metroya biniyorum. Her şey şaşırtıcı. Akın akın akan kalabalıklar beklerken koyu ıssızlıklar var çevrede. Şehir boş.
Oysa en güzel zamanı yılın. Eylül’ün ilk günleri. Yaz güneşi ve güz yağmurunun gizli flörtü. Sokaklardan taşmak lazım. Sokaklara karışmak lazım.
Kokuların peşinden gidip özlenen şehre merhaba demenin rotasını çizmeli. Yağmur yol gösterici. Koskoca turistlik meydanda taze kesilmiş çimen kokusu. Yağmurun değdiği yeşilliklerin parıltısı gözlerimi alıyor. Sonra sıra sıra dizilmiş turist otobüslerinin egzoz kokusu, rahatsız edici ama katlanılabilir. Buram buram acıktıran simit kokusu, yanına bir demli çayın eşlik etmesi beklenir.
Bekleyen var, dönmek zamanı. Geride bıraktıklarını sokak aralarından kıvrıla kıvrıla denize kavuşurken anımsa. Unuttuğun taş sokaklardan nem kokusu boyunca denize ulaş. Karşına Galata Kulesi çıkınca dur. Her yer boş. Sokak satıcıları gizlenmiş. Köşede boyacılar ve her zaman kokusu seni çeken o kapalı baharat çarşısı...
Önce yeni çekilmiş kahve kokusu ile başlamalı, ardından birbirine karışmış baharat kokuları ile yağmurun kalabalıklaştırdığı Mısır Çarşısında bir tur yapmalı. Bir yabancının gözlerini ödünç aldım. Hatırlamak adına, şaşırmak adına tüm renkleri ve kokuları kızıma götürmek üzere bir masal içinde saklıyorum.
Yeniden meydandayım, yağmur artık ıslatmıyor. Kuşlar ve ben. Göğe ellerimi açıp kendi etrafımda dönmek istiyorum. İlk kez böylesi boş, böylesi koşulası bu meydan. Bir balık ızgaraya düşüyor, gelip geçen otobüsler sabaha oranla daha kalabalıklaşmış, yer altındaki pazardan döner kokusu geliyor. Tanımadığım bir yanık sesli şarkıcı eşlik ediyor yer altı işportacılarının pazarlıklarına.
Galata Kulesi karşımda hala. Tıpkı Kız Kulesi gibi Galata Kulesi’ni de her daim görebileceğim meydanları seviyorum...
Yağmur diniyor.
Şimdiye bir bebek ağlaması karışıyor, yeni uyanmış.
Orada bir çocuk elindeki simidin susamlarını atıyor martılara.
Çay demlemeli.
Güz geldi. Eylül bitmeden o kokuyu bir daha hissetmeli.
Kabuk değiştiren bir meydandan eskisi ve yenisi ile hatıralarıma karışan yüzler, sesler ve kokular kaldı. Avuç içlerimde bir küçük ayna, baktıkça bir martı havalanıyor benim şehrimden...


SunA.K.

17.09.2004      

BAYRAM KARTLARI


Karamelli Şekerli Tebrik Kartları

Sabah pencereden giren temiz havanın peşinden gitmeliydi, biraz yürümeli sonra en yakın marketten sabah raflara yerleştirilmiş sebze ve meyvelerden almalıydı. Kışa gözkırpan güneşte, sabah ıssızı sokaktan geçip insan içine karışmanın zamanıydı.
Artık tanıdık yüzler haline gelen market çalışanlarına kocaman gülümsemelerle giden merhabalar sonrası bir sepet dolusu kış kokan yaz yüzlü meyvelerden almıştı. Portakalların, limonların ve mandalinaların turuncu ve sarıları sabaha doğan güneşin ilk ışıkları gibi yüzüne doluyordu. Marketin noel süsleri ve yeni yıl hazırlıklı rafları arasında bir sepet güneşle dolaşırken tanıdık bir sesin kendi adını seslendiğini işitti. Arkasına döndüğünde pamuk saçlı komşusunu gördü. Yeni evlerine taşındığından beri bu market yolundaki tek selamlaştığı insan pamuk teyze. Evlerinin bulunduğu siteden çıkınca soldaki eski evde oturan ve ilk zamanlar baş selamlaşmaları ile merhaba dediği Colette. İlk başlarda onun markete gidiş saatlerinde evinin önündeki posta kutusundan mektuplarını alan beyaz saçlı yabancı, sonrasında yavaş yavaş sohbete koyulunan komşu kadın.
Biri otuzlarında, diğeri altmışlarını devirmiş iki kadın, ellerinde sepetlerde güneş gibi parlayan kış meyveleri beraberce noel süsleri arasından geçip kasaya yürüyorlar. Artık ilerlemiş ayaküstü sohbetlerin keyfini paylaşmanın mutluluğu ile ödemelerini yapıp beraber ayrılıyorlar marketten. Güneş bu sefer enselerinde sıcak izler bırakırken dönüş yolları aynı. En çok da yaklaşan yeni yıldan konuşuyorlar, yeni umutlarla dolu dolu. Ayrı yaşların apayrı umutları ile…
Sonra Colette bende bir kahve içelim diyor, artık merhabaları aşmış tanışıklıklarını kutlamak adına. Genç kadın kararsız bu ani teklifin karşısında, zamanla yarışı yok ve bir güler yüz buldu ya evet diyor sonra. Birlikte Colette’in evinin kapısının önüne geliyorlar. Colette elindeki plastik torbaları yere bırakıp önce kapıyı açıyor, sonra posta kutusunun içindekileri eline alıp konuğunu evine davet ediyor. Küçük bir bahçeden geçip bilindik eski Provence evlerinden olan Colette’in sığınağına giriyorlar beraberce. Ayaküstü konuşmalardan tanıdık birşeyler var bu evde. Kızı ve oğlu Paris’te yaşıyor. Kızı müzmim bekar ve bir klinikte çalışıyor. Mühendis oğlundan ve torunundan bahsederken kızının neden evlenmediğini hatırlatıyor her seferinde. Bu yeni gençleri anlamak mümkün değil derken yüzü sevimli bir kızgınlıkla doluveriyor. Eşini iki yıl önce kaybetmiş. Özlemekten öte bir şeyler var içimde derken gözleri hep nemli…
Diğer kadının anlattıkları ile hikayeler paylaşılıyor ocakta dumanı tüten kahvenin eşliğinde. Yenilikleri kabullenmem biraz zor diyor sık sık ,zaten kahveyi de biraz bilinmedik bir usulle yapıyor. Ocağın bir tarafında süt ısıtırken, diğer tarafta aynı bizim usul kahve pişirir gibi ama bir farkla cezve değil orta boy saplı bir tencerede kahve ve suyu kaynatıyor. Belki de bu yüzden kahve kokusu evin içindeki diğer eskiyi hatırlatan kokularla beraber karışıp çarpıyor genç kadının yüzüne.
Az önce posta kutusundan aldığı zarfları açmaya başlıyor Colette, evine davet ettiği genç kadının varlığını unutarak. Zaten genç kadın da mutfağın ortasındaki tahta masayı çevreleyen büyük sandalyelerden birinde geçmişe dalmış.
Çam ağaçlı bir kartı elinde tutarak ağlıyor ve şaşkın misafirinin farkına vardığında hemen anlatmaya başlıyor. Huzurevinde kalan büyük teyzesinden gelen bir kartmış, daha doğrusu onun oradaki hemşirelere yazdırdığı bir Noel kartı. Doksan yaşında yeğeninden başka yakını olmayan bu tarih kadına daha annesinin öldüğünü bile söyleyememiş. Bu yüzden teyzesi yıllar önce ölen kardeşine mektuplar kartlar atar dururmuş. Tabiki annesinin yerine hepsine cevap yazan Colette miş.
-Neden bilmiyorum anneme o kadar bağlı ki ona asla öldüğünü söyleyemedim, sadece yürüyemediğini ve evden çıkamadığı için onu görmeye gelemediğini anlattım yıllarca. Anneme hiç benzemeyen el yazılarımla yıllarca bu yalanı sürdürdüm, O da büyük bir ihtimalle bütün bunları bilerek bu yalana ortak oldu ve ölmüş kardeşine en içten mektuplarını yazdı, diye anlattı teyzesini.
Sonrada ondan gelen, huzurevindeki bir hemşirenin kaleminden çıkmış kartı genç kadına gösterdi. Belki bu son Noel’im olur diye biten kartta yaşamın tüm gözyaşları ve sevinçleri yanyana duruyordu. Colette’in gözyaşları ile de öylesine ıslanmıştı ki mutluluklar ve hüzünler gibi içiçe geçmiş mavi bir mürekkep lekesine dönüştü yazılar. Colette misafirine kahvesini verip masadaki kavanozda duran karamelli şekerlerden ikram ettikten sonra ağlamaktan kızaran suratını toparlayabilmek için lavaboya gitti.
Genç kadın bir mutfak dolusu kahve kokusu ve çam ağaçlı kartın ıslanmış yazıları ile kalakaldı masabaşında, ağzında kavanozdan aldığı karamelli şekerle…
Sonra eski bir öyküyü anımsadı kendi çocukluğundan kalan. Böylesi nice başkaları adına yazılan tebrik kartındaki kendi yazılarını hatırladı. Ta ilkokul çağlarında mahallerindeki yaşlı teyzelerin uzak akrabalarına bayram, yılbaşı kartı yazan bir çocuk yüzü belirdi masada duran kartın üzerinde. Çocukluk hatıralarında yüzü unutulmuş pamuk saçlı bir komşu teyze açtı kapıyı. Çocukluk mahallesindeki iki katlı evinde yıllardır yapayalnız yaşayan tombul pembe yanaklı, pamuk saçlı teyzenin akrabalarına yazdığı kartlar geldi bir bir gözünün önüne. İsmi bile hatırlanamayan pamuk teyzenin kiracıları tarafından alınmış çiçek resimli kartlara inci gibi yazıyla yazılmaya çalışılan sözcükler sıralandı kendine ait olmayan…
Yıllar yıllar önce aşkı uğruna kendi şehirlerine gelin gelmiş yalnız kadının bir daha kendi şehrine gitmeyişinin hüzünlü öyküsü. İlk zamanlarda bu istenmeyen evlilik yüzünden ailesi tarafından dışlanan kadın, iki saatlik komşu şehre bir daha hiç gitmemişti. Eşi ölünceye kadarda herşeye tercih ettiği iki kişilik aşkını doyasıya yaşamıştı. Hiç çocuğu yoktu. Eşinden kalan maaş ve evinin kirası ile yaşar giderdi. Arada bir akrabaları olduğu söylenen insanlar ziyaretine gelirdi. Ama her bayram boş olurdu evi, mahalle çocuklarının kapı çalmaları dışında kapısını çalan olmazdı. Genç kadın, neredeyse yazı yazmayı öğrendiğinden o mahalleyi terk edene kadar her bayram ve her yeni yıl öncesinde bu pamuk saçlı komşunun tebrik kartlarını yazmıştı, çiçek desenli…
Bir önceki bayramdan gelen cevap kartları ile sevinci çoğalan komşu teyze canlarım, çocuklarım, yeğenlerim diye başlasın isterdi tüm kartları. Okumayı bozulan gözlerinden başaramayan ve yazı yazmayı bilmeyen yaşlı kadın ne söylerse onu yazardı küçük kız. Kadının akrabaları onun tanıdığı olur, cevap yazmamış olanlara küserdi. Özene özene saatlerce tanımadığı insanlara kartlar yazardı, sonrada beyaz zarflara adlarını yazıp pamuk saçlı teyzenin iyi dilekleri ile postalardı onları kendi mektupları gibi. Arada bir uzun uzun mektup yazdığı da olurdu ama en çok kart yazmayı severdi, en çok da gül resmi ile dolu çiçek desenli kartları, bir de bayramın ilk günü elini öpmeye gittiği bu yalnız kadının şeffaf ambalajlarındaki karamelli şekerlerini...
Colette yanına geldiğinde masanın üstündeki çiçek desenli kartların hepsini topladı genç kadın. Fincanına koyan ikinci kahveyi sütle karıştırdı ve çocukça gülümsemeyle ağzındaki karamelli şekeri dişleri ile kıra kıra küçülttü, tıpkı çocukluğundaki gibi…

SunA.K.
Grasse-14.12.2003
                                

Bayram Şekeri




“Özledikçe özlemleri artar içimin,
bir demet papatya ile geldim.
Avuçlarımda akide şekerlerini gizledim.”

Bazı günlere kısa cümleler, bazı günlere uzun cümleler düşer. Unuttuğumuz kelimeler canlanıverir; hafızamızın derinliklerinden bir çocuğun kocaman sevinci olarak geri gelirler.
Aslında akşam her şehirde aynı yıldızlarla başlar, der öykünün bir yerinde kadın.
Belki henüz öykü bile yoktur ortada.
Gözümde canlanan bir bayram telaşı var. Bu olsa olsa bir masal olurdu.
Bir varmış, bir yokmuş,
ya da evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
ülkenin bir yerinde bayramlar varmış. Bayramca yaşanan.
Şimdi kaldı mı?
Bugün bayram, erken kalkın çocuklar…
Bu şarkıyı mırıldanan çocuk, yaşımla beraber benden uzaklaştı. Hem benim yaşım, hem de zamane çocuğu unutmuş bayramları.
Evde bir tatil havası. El öpülecek büyükler, bahşiş verilecek küçükler de yok.
Şimdi eski günleri hatırlamalı, şimdinin bebeğine güzel anılar bırakmalı.

Benim gibi tek çocukların bayram kalabalığı azdır.
Kocaman ahşap evimizin duvarlarında hep kendi sesim; kuzenlerimin gelmesini iple çekerdim…
Mutluluğum dayım ve ailesinin gelişi ile ikiye katlanırdı. Ellerim, benden küçük kuzenlerimin avuç içlerinde, evin her yerini arşınlardık. Meğer onlar olmadan önce geçen bayramlarım ne kadar sessizmiş diye düşünürdüm…
Hayatım boyunca sessiz ama mutlu bayramlar geçirdim.
Çocukluğumda, her bayram karnaval olurdu, kağıttan rüzğar gülünün renkli kanatlarında.
Halka şekerlerle, macuncuların renk renk macunları geçerdi hayallerimizden…
Kenarları bembeyaz dantelli soket çoraplarımız ve ütülü mendillerimizle, oğlan çocuklarının traşlı kafalarına gülerek bakardık, saçlarımızı savura savura …
Olmazsa olmaz kurdelalarımız kıyafetimizin renginde, el öpme turlarına başlardık komşu kapılardan…
Sabahın horoz sesine karışan aile kahvaltilarının ardından, topluca bayramlaşılan mutfağımızda, dedemin elini ilk ben öpeceğim diye yarışa girerdim büyüklerimle. Dedemin yeni traş olmus yanaklarını öperken yaşadığım sevinçler bugün bile hiç aklımdan çıkmaz.
Parlak ela yeşili gözleriyle bana bakar ve çocukluğumu doya doya yaşamam için elinden ne gelirse yapardı.. Dedemden sonra sırası ile büyük babaanne, anneanne, baba, anne,dayı ve yenge yüzümün onlar için ayrılan bölümlerine öpücük kondururlardı. Dedesinin krallığında yaşayan kırmızı pabuçlu prensesin yanakları, burnu, alnı herkes tarafından öpülebilirdi. Ama gıdığı hep dedesinindi.
Saat ilk misafirin geliş saatini göstermeden önce, kadınlar kahvaltı sofrası toplarlarken, erkekler bayram gazetesinin sayfalarını bölüşmüş olurlardı kendi aralarında.
Biz mahallenin çocukları sokağın ortasında toplanırdık. En fiyakalı kıyafetlerle topluca yapılan komşu gezmelerimizde, kapı önü ziyaretleriyle çantalarımızı sekerlerle doldururduk.
Biz küçücüktük. Avuçlarımız bizden daha küçük. Çikolataların ender uğradığı memur mahallelerinde, renk renk şekerlerimiz avuçlarımızda büyürdü. Bir iki badem şekeri, bir iki akide ile ceşni kazanan şekerlerimiz olurdu. Mendil aralarında avucumuza bırakılan paralarla hemen gidip leblebi tozu alırdık. Çocukça bir sevinç idi bizimkisi, şeker tadında…
Sokağın bayramı bitip, birer birer evlerimize döndüğümüzde misafirleri beklemeye başlardım.
İlk onlar gelirdi. Ben bilirdim. İçimden hep ilk onlar gelecek derdim, bir dilek tutardım, hep olurdu. Yıllar boyunca her bayramda, hep aynı saatte ilk onlar geldi. Dedemin manevi oğlu, eşi ve oğulları…
Onların gelişi ile bayramın gelişi aynı olurdu. Aslında her zaman görüşürdük. Ama her bayram sabahı bayramlık kıyafetleriyle, el ele kapıyı çalışlarını ve onları ilk olarak kapıda karşılayan çocuk sevincimi şimdi bile özlerim…


Şimdi içimde bayramı özleyen bir çocuk;
Eteklerimde renk renk şekerler, ellerimde renkli balonlar ile kağıttan bir rüzğar gülünün dönüşü ile elbisesi uçuşan kırmızı ayakkabılı bir prensesim ben. Ve biliyorum ki elimi uzattığımda avucum hiç boş kalmayacak.
Çünkü dedelerin dedesi bana güzel anılar bıraktı.
Bir beyaz mendil açıyorum uzaklardan, bayram şekeri tadında,
geçmiş bir bayram kokusu hayallerimde…


Ağzımda bir akide şekeri,
                       Avuçlarımda umutlar…

bence, kendimce;
Bayram en çok çocuk(luk)lara ,
çocuklar da en çok bayramlara hasretttir.

Benim hasretim her ikisine…


          
SunA.K.
Grasse/17.01.2005