NE VAR NE YOK

10.12.11

FİLMİ İLK İZLEDİĞİMDE...

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA

                                                               ŞİMDİ CANNES’DA


Sonunda dileklerim gerçek oldu ve Nuri Bilge Ceylan’ın filmini izleyebildim, hem de gala günü. Festival başladığından beri çevremdeki herkese bu filmi izlemeyi çok istediğimi belirttim durdum. Bir arkadaşım bir arkadaşına söylemiş, O da kendi tanıdıklarından rica ederek benim için davetiye buldu. Ondan öncesinde de yine tamamen arkadaşlarımın yardımıyla standa giderek yönetmen, yapımcı ve oyuncuları görme şansım oldu.

Cuma günü elimde davetiye uzun uzun baktım, Cannes’da yarışıyor olması, herkes tarafından bekleniyor olması bir yana, ben en son şu cümlede bırakmıştım NBC filmleri hakkındaki yazılarımı...

“Yolun açık olsun. Bir sonraki filmini daha çekmeden sevdirdin bana.”


 
2008 festival yazımın ardından üç sene geçmiş, NBC ‘nin yeni filmiyle festivale katılacağının haberini son günlerde almıştım. Büyük bir gizlilik içinde çekilen filmle ilgili hiç bir bilgim yoktu. Filmin fragmanını izlediğimde yanılmadığımı anlamıştım ama yine de merak içindeydim. Filmin süre olarak uzunluğu ve son gün galasının yapılacak olması heyecanımı biraz daha artırmıştı. Gala günü o kırmızı halıdan önce biz izleyicileri aldılar. Daha önce bir “Uzak”ı da bu halılardan yürüyerek ama gündüz izleyen birisi olarak içimde en ufak heyecan yoktu. Patlayan flaşlar, şık giysiler festivalin havalı kısmı hiç ilgimi çekmiyordu. Açıkcası o halılardan yürürken içimi sıkıntı bastı, hatta kendi kendime kızdım. Çok merak ettiğin filmi bu sevmediğin tantanalı kısımı yaşamadan da seyredebilirdim diye. Ama bunun için en az bir altı ay falan beklemem gerekirdi galiba, filmin vizyona girmesi için. Balkonda yerimize oturup yönetmen, yapımcı ve oyuncuların salona girmesini dev perdede izledik. NBC, filmin oyuncuları Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan ve senaryoda da emeği olan Ercan Kesal ile birlikte salona girdiler. Gözlerim Fırat Tanış’ı da aradı, fakat O gelememişti. Ardından filme diğer emeği geçenler içeri girdiler. Ve nihayet film başladı....

 
Aslında uzun uzun filmden bahsetmek, her sahnesini anlatmak istiyorum. Ama bunu yaparsam seyretmemiş olanlara haksızlık yapmış olurum. Bu nedenle sadece film hakkında genel düşüncelerimi yazacağım. NBC, İklimlerden sonra kamerasını daha kalabalığa yöneltmişti. Sessizlikten çıkıp, dışardaki sesleri de aktarmıştı bize. Bu filmde de özellikle diyaloglar (ki bunda senaryoyu birlikte yazdığı eşi Ebru Ceylan ve Ercan Kesal’ın büyük payları olduğunu düşünüyorum) mükemmeldi. Sadece gördükleri ile değil artık sözcükleri ile de anlatacak şeyleri vardı. Yaklaşık 1,5 saat süren gece sahnesinin nasıl geçtiğini anlamadım. Kah dışarda, kah arabanın içinde, ardından muhtarın evinde zaman zaman ikili, zaman zaman çoklu diyaloglar içinde olan filmin kahramanları oyuncuların muhteşem oyunculukları ile sanki bizi de yanlarına alıverdiler. Özellikle polis rolündeki Yılmaz Erdoğan’ın doğaçlama yapıyorcasına doğal ve canlı sahneleri filme büyük bir enerji katmıştı. Ahmet Mümtaz Taylan’ın rolüyle bütünleşmesi, Taner Birsel’in sanki gerçekten bir savcı gibi durmaya başlaması, Muhammet Uzuner’in NBC filmlerindeki diğer kahramanları kadar sessizleştiği sahneler ve Fırat Tanış...Çok konuşmadan nasıl rol yapıyordu bakışlarıyla...Muhtar rolündeki Ercan Kesal’ın doğallığı ve mutlaka oyunculuğa devam etmeli dedirtmesi...

 
Geceden gündüze geçildiğinde herkes gündelik yaşamına dönerken, cesetin mi, hayatın mı otopsisi yapılıyordu bilinmez. Herkesin birbirine söyledikleri ve söylemedikleri ile kendi yollarına gidişi...Ortada kalan çocuk ve kadın, hapse giren adamı kendi dünyalarında bırakıp, kendi dünyalarında geçmişe dönük hesaplaşmaları...

Film daha çok erkeklerin dünyasında geçse de, kadın filmin konusuydu adeta. Filmin içine gizli özne gibi serpiştirilen kadın bir anlamda da kasaba bürokratlarının yaşamında da hep ikinci planda değilmidir. Küçük yerlerin üst düzey yöneticileri, kendi küçük çevrelerinde halkı idare etmeye çalışırken, gerideki kadınlar da çoğunluk erkeklerin dünyasında egemenlik kurmaya çalışmazlar mı?

Polisin telefonda konuştuğu karısı, savcının anlattığı kendi kendine ölmeyi isteyen güzel kadın, çay getiren muhtarın kızı, ölen adamın karısı ve doktorun son sahnelerde fotoğraflarını gördüğümüz kadını...hepsi silik, hepsi anlık görünüyor filmde ama varlıkları ile o eril dünyanın kafasını karıştırdıkları, erkeklerin akıllarını kurcaladıkları kesin...

Çok maskülen ama çok da hayattan bir filmdi. Yine doğa çekimleri harikaydı. Bu sefer rüzgarın ve gecenin sesi damgasını vurmuştu. Dalından kopup bir dereye düşen bir elmayı izlemenin ne kadar düşündürücü olduğunu hatırladım, yollarının ve çeşmelerinin birbirlerine çok benzediği nice köyler olduğunu, bir olayın, bir kişinin ya da bir gecenin hayatımızı bambaşka yerlere kaydırabildiğini...

Keşke bitmeseydi diye geçirdim içimden, yeterince uzun gelmemişti...Nuri Bilge Ceylan küçük bir kasaba öyküsünden, dünyayı ve hayatı sorgulatan muhteşem bir film yapmıştı yine. Görsel zenginliğine, doğalı aktarışındaki güzelliğine sağlam diyaloglar ve muhteşem oyuncular ekleyerek bir başyapıt ortaya koymuştu. Bu nedenle Cannes’dan ödülsüz dönmeyeceğini biliyordum. Gönlümden geçen Altın Palmiyeydi...Zira bu film onun sinemacılığında farklı bir dönüm noktasıydı. İlk defa bu kadar kalabalık profesyonel bir oyuncu kadrosu ile çalışıyor ve ilk defa bu kadar çok konuşarak anlatıyordu...

Bu filmden sonra izleyeceğim filmi merak etmekte haksız mıyım? Türk sineması böylesi usta bir sinemacıya sahip olduğu için gurur duymalı. Koza, Kasaba ile başlayan öykünün geldiği nokta “Bir Zamanlar Anadolu”da zirvededir. Emeği geçen herkese (ki burada filmin yapımcısı Zeynep Özbatur Atakan’ı ve görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin isimlerini de hatırlatmak istiyorum) bize böylesi görsel bir şölen yaşattıkları için teşekkür ederim.

“Yolun hep açık zaten. Bir sonraki filmini merak ediyorum ama önce BZA’yı onlarca defa daha izlemem lazım. Seyretmeye doyulmaz bir film olmuş”

                                                           
 SunA.K.
Suna Keleşoğlu
Grasse/24.05.2011    

BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA


Il était une fois en Anatolie” 

“Belki şehre bir film gelir”*


Küçük bir anadolu şehrinde unuttum çocukluğumu. Şehirler arası otobüslerde bozkırın çıplaklığını seyreden gözlerim büyüdü büyüdü...
İstanbul oldu kalbim önce kalabalığa karıştı, sonra küçük bir fransız şehrinde soluklandı...şimdi yine çocukluğumun tozlu bozkır yollarına düştüm. Gözümün önünden gitmeyen film karelerinden ve  günlerdir başlamak için aradığım kelimeden yaşama karışamıyorum.

Üstelik ikinci defa izlediğim bir film beni benden alıp başka diyarlara götüren

Il était une fois en Anatolie”.

İsmini fransızca tekrarlamak hoşuma gidiyor. Çocuklarıma okuduğum masallara başlamak gibi, büyülü bir dünyaya adım atmak gibi...

“Bir Zamanlar Anadolu’da” dediğimde yutkunuyorum...bir zamanlar kendi anadolumu hatırlıyorum. Filmin isminin tüm kelimeleri tozlu yollarda kaybolan anılara dönüşüyor...sonra ben kendimi birden filmin içinde buluveriyorum.

Karanlığın içinden geçen üç arabanın karşı yönünden gelen bir otobüsün içindeymişim gibi, gece çilingir sofrası kurulmuş oto tamircisine sabah çalışmayan arabasını bırakan Ahmet Amca’nın yanındaymış gibi, yol başı çeşmelerinden kana kana su içmişim de, cılız akan derelerine ayaklarımı sokmuşum gibi...gece yarısı bir köy evinde pişirilen bazlamanın kokusu geliyor burnuma, yağdı yağacak yağmurun damlaları da, rüzgar da dağıtıyor saçlarımı..

Gökten üç elma düşsün diye bekleyen masalların çocuğu gibi geceye düşen elmanın peşinden suya düşüyor yüzüm...elma gidiyor, ben gidiyorum, su yol veriyor, gidecek uzaklaşacak diyorum...yok kaderini değiştiremiyor, yolunu bulamamış diğer elmalarla oracıkta kalıveriyor...küçük kasabalara sığınan küçük hayatlarımız gibi bazen bir yerlere gitmek için hızlıca yol alıyor, sonra oracıkta kalakalıyor...geceye düşen bir elmanın arkasından öylece bakakalıyorum.

Nuri Bilge Ceylan filmleri bu yüzden çarpıyor beni...Hiç beklemediğim anda bir görüntü ile daldan dala konup hayallere dalıyorum.

Bu filminde sadece sinema yapmamış Nuri Bilge Ceylan. Tüm filmlerindeki fotoğraf sanatçılığının yanı sıra kısa öyküler de yazmış, şiire de yer verniş, gecenin ve rüzgarın arasına serpiştirdiği duyulmayan sözcüklerde anadolu yalnızlığının şiirini kaleme almış. Bununla da yetinmeyip tüm orkestra elemanlarına en sessiz notalarda çalın deyip eşssiz bir senfoni bestelemiş, duyulmayan ama taa derinden hissedilen bir müzik eserine dönüşmüş yolların türküsü ve bir kadın resmi çizmiş, en güzel ve en saf haliyle filmin orta yerine yerleştirmiş. Bunlarla da yetinmeyip “ölümün” heykelini yapmış. Cinayeti, ölümü hayatın  doğasından bulup bozkır toprağı ile yoğurmuş, içimizdeki cinayetleri ve ölüleri tek tek ama ürkütmeden otopsi masasına yatırmış. İnsanın bedenine değil ruhuna otopsi yapılan bir film olmuş.

Film başlıyor... bilindik gibi gelen bir cümle sanki...her an bir şeylere gebe bir çilingir sofrası. Birazdan bir silah patlayabilir, bir yumruk kan gölüne dönüştürebilir suratları ya da bir adam katıla katıla ağlayabilir...gazete kağıtlarına kurulan çilingir sofralarına alışkın gözlerimiz...bir de geceleri köpekler havlar küçük anadolu kasabalarında...açlıktan, soğuktan ve biraz da sahipsizlikten geceyi yırtar sesleri...

Sonra geceye karışan üç arabanın peşine takılıyoruz...gecenin bir yarısı neden yollardalar diye sormanın anlamı yok...inada bindirmiş komserimiz işi, bir cinayet varsa ortada bulacak cesedi...nedenlerin cevaplarını bulamamış bir memleketiz zaten, çok sormuyoruz gecenin peşi sıra yola düşüyoruz....

Saatlerce konuşsunlar, saatlerce oynasınlar diye sinema koltuğuna iyice yapıştıran diyaloglar başlıyor sonra. Oyunculuğun duayenleri arka arkaya ustalıklarını sergiliyorlar. Yılmaz Erdoğan çoktan karısından çekinen ama çevresindekilere ahkam kesen bir polis amirine dönüşmüş bile. Ahmet Mümtaz Taylan değil bu, Arap, hani bizim memlekette köşedeki taksi durağı varya oradaki şoför bu diyorsunuz. Taner Birsel’e rastlamışssınız geçen gün adliyeye gittiğinizde. Muhammet Uzuner yazmış reçetenizi, bir de istirahat vermiş, sağol doktor demişsiniz. Fırat Tanış mahallenin bıçkınlarından. Yok yok ama adam öldüremez diyor kalbiniz, ama çok sessiz diyor iç sesiniz...bu kadar sessizlik ölüm gibi...
 
Sonra bir köye yolunuz düşüyor. Ercan Kesal sanki yıllardır o küçük köyün muhtarıymış da filmde bir görüneyim demiş gibi...Yer sofrasında yenilen yemekler geliyor aklınıza...ortada ne varsa paylaşılan, azla da doyulan köy sofraları...ağır bir koyun eti kokusuna alıştırıyorsunuz burnunuzu, ardından ayranın tadı geliyor ağzınıza, taze pişirilen ekmeklerin buharında buluyorsunuz kendinizi. Sofranın ortasına düşüveren morg konuşması şaşırtmıyor sizi, göç veren küçük anadolu köylerinde hep yakınlarını bekleyen, beklemekten kokuşan ölüler vardır. Hep ilk uçakla gelinse de yetişilmeyen cenazeler...

Rüzgar elektrikleri keser bazen...gece karanlığını bir gaz lambasının ışığıyla aydınlatmaya çalışırsınız...Tok karınların ve yorgunluğun rehavati ile bir hayal geçer önünüzden. Hayatınızdaki tüm güzellikleri ve tüm bozulmamışlıkları hatırlatır bir güzel kızın yüzü... Ölüler hayaletlere dönüşür, sorgular itiraflara...gece bir türlü uykuya dalamaz...suçlar gecenin karanlığına gömülür...

Yağmur sabahı karşılar. Gecenin yorgunluğunu ve ağırlığını atamamış bedenlerin zorunlu günaydını...yol alan arabada çalan türkü ile herkes kendi dünyasındadır artık. Gece gevezeliğinin yerini sabahın aydınlığına karışan suskunluk almıştır. Kelimeler ağızlardan çıkamayacak kadar ağırlaşmıştır, tüm geceyi birlikte konuşarak geçirmenin sessizliğidir...sabır da, beklemek de bir yere kadar. Sabah gecenin arayışını bulmak zorundadır.

Köpekler sadece geceleri havlamaz...

Bir çeşme başında aranan ceset, bir başka çeşme yakınında bulunur. Ya suçlu, o ne zaman bulunacaktır.
Savcının, doktorun, komserin, muhtarın, şoförün hikayalerinde unuttuğumuz zanlıyla göz göze geliriz. Korunması gereken kardeşin itirafını sadece biz duyarız.

Kasabaya dönüldüğünde bekleyen kalabalık arasından küçük bir çocuğun fırlattığı taşı yememek için kafamızı eğeriz. Kinini, nefretini, öfkesini taşla fırlatan çocuğun ölen bir babası vardır...tıpkı diğer yetim anadolu çocukları gibi yüzünün gülümsemesi donmuştur, kalbinin orta yerine öldürülmüş bir baba resmi asılıdır artık.

Doktor gecenin üzerine siren kir ve kokusunu ancak hamamda yıkanarak temizleyeceğini düşünür ve odasına dönünce hep eskileri hatırlar, savcı bir intiharla yüzleşir, komser hasta çocuğunun derdine düşmüştür. Biz görmeyiz ama Arap cesetle beraber arabanın bagajına koyduğu kavunlardan birini kesiyordur evinde belki de...

Sonra Abidin ve Şakir ile tanışırız. Aslında sanki tanışıklığımız çok eskidenmiş gibi de nereden olduğunu çıkaramıyoruz gibi...Abidin sözden çıkmayan katip, Şakir sürekli şikayet eden adamdır. Elindeki malzemelerle artık otopsi yapılamayacağını söylese de, işini yapar. Otopsi sahnesinde sadece doktorun yüzüne sıçrayan kan ile irkiliriz. Şakir adeta bize çaktırmadan kesip biçmiştir adamı. Ve bir gerçeği ortaya çıkarır...diri diri toprağa gömülen adamlardandır maktul. Cinayet ve suç rengi değişmiştir... adalet, gerçek ve  vicdan hepsi birarada konuşmaya başlar. Asıl otopsi şimdi yapılacaktır. Ölü  beden çırılçıplak sabahı karşılamıştır, ya hikayelerini geceye gömen yaşayan ruhlar...  

Doktor pencereden uzun uzun bakar....

Film bir pencereden içeri bakarken başlarken, bir pencereden dışarı bakarken bitmiştir. Tıpkı hayat gibi içerden dışarıya, dışardan içeriye bakıp tükenecektir ha bir zamanlar anadolu’da, ha şimdi burada...
 
 “Belki şehre bir film gelir”*

en acı ve en tatlı arasındaki tüm tatları,
en aydınlık ve en karanlık arasındaki tüm bakışları,
en kötü ve en güzel arasındaki tüm kokuları,
en yumuşak ile en sert arasındaki tüm dokuları,
en sessiz ve en gürültülü arasındaki tüm sesleri ile

yaşam geçmiştir bu filmin içinden

küçük bir fransız kasabasında küçük bir türk kasabasının filmi…
orada filmi izleyen herkes bir süreliğine bile olsa bir zamanlar anadolu’da yaşadılar…
bunu bilmek, görmek ve duymak ise çok güzeldi…


SunA.K.
Grasse 11.12.2011
08.12.2011’de Mouans-Sartoux’da 20.00 seansında Il était une fois en Anatolie” seyredildikten sonraki hislerle...

 *Kemal Burkay’ın Gülümse şiirinden alıntıdır…
             

25.8.11

GÜNAYDIN

Merhaba, günaydın, nasılsın diye sıralanır güne başlama cümleleri...
gecenin uykudan kalan tortusundan sıyrılıp yepyeni bir başlangıca kucak açmak niyetiyle...
en güzel müziklerle uyanmak ister hayat.
sabahın ense köküne değen en sıcak anında güneşle fırlamak yataktan...
günü uzun kılmak günü kaybetmemek günü yaşamak için uykuyu def etmeye çabalayan su çırpınışları vururu yüze...
uyku yat sen ben dönünceye kadar. benim güne tutunup, saatlerle yarışmam lazım.

günaydın Grasse
bana, sana , bize
dilerim mutlu haberlerle uyanır dünya.

31.5.11

BİR FİLM, HER DAİM MERAK ETTİĞİM HAYATLAR...

Yıllar önce yazdığım bir öyküyü hatırladım. Ne çok merak ederim hayatlarını. Küçücük bir mekana sıkıştırdıkları yalnızlıklarında iş arkadaşları yalnız kendileri...Yüzlerce insan sureti geçer günlerinden...En sonunda yine kendilerine kalır düşünceleri...

Merakla bekliyorum bu filmi...

http://www.gisememurufilm.com/galeri.asp

SABAHA DAHA VAR....


Ya geceden bize kalan uzun bir yolsa...

-İyi geceler bayım.
-İyi geceler bayan.
-3 Euro
-Buyrun.
-İyi yolculuklar.
-Teşekkürler.

Sabaha daha var. Gece kendini yeniliyor. Önce serin bir rüzgara sonra da yağmura gebe.
Saçları özensizce tutturulmuş kadın, küçücük mekanda önündeki kahveyi yudumlarken küçülen gözleri ile gelen arabalara bakıyor.

Yaşam seçimlermiş. Kendi seçtiklerimizi mi yoksa seçilmiş olanı mı yaşadık?

Soğumaya başlayan kahvesi her yudumda daha bir acılaşırken saate bakmak istiyor. Saatler sonra ilk defa evine kaçta döneceğini düşünmeye başlıyor.

Siyah spor bir araba durdu. İki kişiler. İçindeki kadın çok güzel. Sürücü olan adam biraz yaşlıca. Adam bileti uzatırken kadın dikiz aynasında rujunu kontrol ediyor. Her ikisinin de geceden alacağı bitmemiş daha.

Güne daha var...

Otoyoldaki bu para ödeme gişesinde çalışmaya başlayalı çok olmamıştı. Gece işlerine alışmıştı oysa. Ama bu başka türlüydü. Saatlerce aynı mekanda hareketsiz durması gerekiyordu. Gündüzü daha çok kazanmak için. Yağmur şiddetlendi.

Adı Patricia. Yaşı yok. Var aslında ama zaman çalmış. Daha farkında değil. Önceleri eve sarhoş gelmeye başlayan aşkı tüketti yaşını. Biri otistik iki oğlana bakmak zorunda. Başlarda gündüz işlerini denedi. Kasiyerlik, garsonluk derken hasta küçük oğlan daha çok ilgi ister oldu. Gideceğini bilseydi sevdiği adamın, kırkından sonra doğurur muydu? Seçme şansı olmuş muydu? Yaşamı mı?

Sabaha az bir gece vakti kalmış. Gün ağaracak. Ağırlaşan ise hava. Yağan yağmur otoyolun ışıklarında tam bir oyuncu. Şimdi sahnede yağmurun dansı.

Arkası tıkabasa dolu bu eski model arabadan kendisine merhaba diyecek yüzü tahmin etmeye başladı.

Yağmuru kovmaya çalışan araba sileceği eski zamanların tozlarını temizleyememiş. Taşıdığı yükten çökecek gibi duran arabanın yaşama ne çok ağırlığı binmiş. Yetmişlerindeki gözlüklü sahibi ve yanındaki köpeği yağmura yenilmeden hala yoldalar.

-İyi geceler genç bayan.

Hala genç miyim?

-İyi geceler bayım. Ne güzel bir köpek. Adı ne?
-Adı yok. Borcum ne kadar?
-Uzunca bir süredir yoldasınız demek, 13 Euro.
-Artık her gün zam geliyor bu yollara. Buyrun.
-Para üstünüz, iyi yolculuklar bayım.

Köpeğin havlaması gecenin içinde yankılanıyor. Gittiklerinde geride bıraktıkları yağmurun sessizliği...

Sahi sessiz yağmurlar cama vurdukça iç sesimiz olurlar mı?


Gündüz olmayacak sanki. Çocuk daha çok küçük. Gittiği okulda özel eğitim alıyor ama onun bana ihtiyacı var deyip gece çalışmaya karar verir Patricia. Büyük oğlan geceleri küçüğün yorganını örtme vazifesini alacak kadar büyümüştür. Biri 14 biri 4 yaşında iki oğlan. Sarhoş gelseydi eve çocukların başında dursaydı diye düşündü. Kocaman bir tır yanaşıyordu. Yabancı plakalı tır ıslak zeminde acı seslerle durabildi. Küçücük cam gişenin içinde iyice küçüldü. Gece korkuttu ilk defa Patricia’yı. Korkmak. Aynada yüzünü görebilmeyi isterdi. Yaşı olmadan korkmayı seçmek yüzünde. Hayatın kendisinden değil, çekip gitmelerinden korkar olmuştu. Kendi gidişinin korkusu geldi gece sahnesine. Arkada iki oğlan...

Yağmur sel oldu.

Tır şöförü Patricia’nın dilinde merhaba derken şarkı söylüyor gibiydi. Ya O’nun dilinde merhaba hangi şarkıya eşdeğerdi.

Sabaha az kaldı. Yağmur en belirgin gece yolcusu.

Hala ışıldayan otoyolda şimdi uzaktan gelen araçların sesleri daha bir artıyor.

Birazdan oğlanlar uyanacak. Gitmeseydi bu saatlerde gelirdi eve.

Korkuyu göm.

Patricia’nın burnuna taze kahve kokuları gelmeye başladı. Belli belirsiz aydınlıkta iş arkadaşı Michael’ın yüzünü seçiyordu. Elinde iki plastik kahve bardağı Patricia’nın saatlerdir içinde durduğu gişeye doğru geliyordu.

Nöbet değişimi. Şimdi sıcak kahve zamanı. Birazdan hava iyice aydınlanır.

Yağmur ise dinmez bugün...







19.5.11

CANNES

Cannes için yazılanlar;
“Palmiyelerin arasında, gölgenizle saklambaç oynamak ister misiniz?”

                 
Yeşil kokulu dağlardan gelen rüzgarın esintisi boynuma değdikçe, akşamın kızıllığında gözlerimi eski bir öyküden ödünç alıyorum. Güneş hiç bir fotoğraf karesine giremeyecek kızıllığını denize bırakırken şimdi benim uydurduğum eski bir hikaye.
Küçük deniz fenerinin önünde, balıkçı sevgilisinin sandalının yolunu gözleyen bir kadının eteğindeki lavantalardan yayılan bir hikaye.
Arkasına Le Suquet tepesini almış, akşamın en yürek yakan saatinde sevdiğini bekliyor. Eteklerinde lavantalarla. Saçlarına acemice bir zeytin dalı tutuşturmuş aceleyle. Yanık yüzlü bir Akdeniz delikanlısı, köpüren dalgaların arasından çıkıp gelsin diye. Beyaza boyalı sandal önce güneşin kızıllığına dönüyor, sonra denizin mavisini alıyor kızın gözleri. Yanık yüzlü delikanlının elinde kocaman bir balık, sandalın ucundan el sallıyor kıza. Kız saçlarındaki zeytin dalını eline almış uzatıyor denize. Güneş kızıllığını, deniz maviliğini, rüzgar esintilerini yolluyor oğlanın parmaklarından kızın saçlarına.
Deniz fenerinin ışığı daha yanmamış.
Gözlerim kamaşıyor. Denize düşen güneşle beraber kendi hikayemden şehrin karanlığına karışıyorum. Arkamda deniz, uzaklarda Le Suquet tepesinden gelen aydınlık, şehrin ışıkları arasında palmiyelerin peşi sıra yürüyorum.
Milattan once 154 yılında bu tepede kurulduğu söylenen Cannes şehri, yüzyıllar boyunca küçük bir balıkçı şehri olarak bilinirken günümüzde sinemanın ve turizmin merkezi haline gelmiştir. Şehrin ilk kurulduğu yer olan tepeden, Le Suquet kulesinden baktığınızda görünen Lerin Adaları şehrin tarihinde büyük önem taşımaktadır. İlk başlarda Lero (Sainte Margueritte) ve Lerina (Saint-Honore) olarak bilinen bu iki küçük adadaki manastır, Batı dünyasındaki ilk manastırlardan biri olarak geçmektedir. Hatta “Demir Maskeli Adam” 1687’de buradaki hapishaneye getirilmiştir.
Şehrin azizlerin ve balıkçıların sessizliğinden sıyrılıp bugünkü popülerliğine kavuşması ise İngilizler sayesinde olmuştur. Soğuk ve yağışlı iklimden sıkılan aristokratların Akdeniz kıyılarında sıcak heyecanlar aramasıyla başlayan maceraları sırasında, 1834 yılında Lord Brougham’ın yolu bu zamanının küçük balıkçı şehrine düşer. Esterel dağlarından gelen esintilere ve denizin maviliğine gönlünü öyle bir kaptırır ki, burada bir villa yaptırır. Yeşillikler arasında bu sıcak Akdeniz kentinde konuklarını ağırlarken, başka yabancılarında bu bakir toprakları keşfetmesini sağlar. Böylece kuzeyin soğuğundan kaçanlar bu balık, şarap ve güzellikler şehrine akın etmeye başlar. Zamanının parfüm merkezlerinden olan Grasse ve Nice kadar tanınmasa da yavaş yavaş popülerlik kazanan bu küçük şehrin kıyılarına ve tepelerinde birer birer villalar inşa edilir.Ve son olarak 1853’de tren yolunun şehre ulaşmasıyla zengin sınıfın tercih ettiği bir tatil merkezi haline gelir.
1834 yılında nüfusu 4000 civarı olan Cannes, 1896 yılında 20 000 kişiyi ağırlar olmuştur. Buradaki güzelliklerin fark edilmesiyle beraber 1873-1897 yılları boyunca deniz kıyısına yayılan lüks oteller inşa edilmeye başlar. Daha 20.yüzyıl başlamadan gözde bir yazlık mekan haline gelmiştir. Şehrin bu vazgeçilmez çekiciliğinin farkına varan yetkililer 1930’lardan itibaren yaz harici diğer aylarda da şehri canlı tutmak için çözümler aramaya başlamışlardır. Arama çalışmaları karşılıksız kalmamış ve 1939 yılında Cannes’da Venedik Film Festivali’ne rakip olacak bir festival yapılmasına karar verilmiştir. Ne var ki iki gün sonra patlak veren 2. Dünya Savaşı bu hayalin yedi yıl sonraya atılmasına neden olmuştur. Bu yıl 55.si düzenlenen bu festival sayesinde Cannes uluslararası bir özellik taşımaktadır. Bunun dışında kış aylarına denk düşen günlerde birbiri ardına düzenlenen festival ve kongreler sayesinde de şehrin hareketliliği hiç kaybolmamaktadır.
Cannes, küçük bir tepeciğe inşa edilen bir balıkçı köyünden, lüks arabalar ve yatların uğrak yeri bir zenginler şehrine dönüşürken yeşil dokusunu biraz kaybetse de, geceleyin denize düşen silueti ile hep göz kamaştırmaktadır.
Şehri eski ve yeni kısım diye ikiye ayırmak tam anlamıyla mümkün olmasa da, eski limanın ve kalenin bulunduğu kesim ve modern binaların sıralandığı büyük caddeler yumuşak bir geçişle kendiliğinden ayrılırlar.
Deniz kenarına inşa edilen görkemli festival binasının çevresinde yıldızların el izlerine kayar gözleriniz. Sevdiğiniz sinemacıları bulup onların ellerine değdirdiğinizde avuç içlerinizi kırmızı halılarla kaplı merdivenlerde yürürsünüz en narin adımlarınızla. Her yıl mayıs ayına denk gelen festival zamanını saymazsak, diğer zamanlarda ne kadar çok turist olursa olsun fazla kalabalık gelmez şehir gözünüze.
Şehri gezmeye Le Suquet diye isimlendirilen tepeden başlamanızı tavsiye ederim. Buradaki gotik tarzda inşa edilmiş Notre-Dame d’Esperance kilisesi, Hollandalı Baron Lycklama’nın özel kolleksiyonunun parçalarının sergilendiği, arkeolojik ve etnoğrafik bir geziye çıkabileceğiniz La Caster Müzesi, yaklaşık 22 m yükseklikteki eski şatonun deniz ve dağ manzarasına hakim kulesi görülmeye değer. Eski sokaklardan geçerek çıkacağınız bu tepede ağaçların gölgesinde, akşama doğru güneşin denizle buluşmasını seyretmenin keyfinden bahsetmeden geçemem. Tüm Cannes kıyılarını, uçsuz bucaksız denizi, adaları ve esterel sırtlarını buradan görmeniz mümkün. Bu manzarayı gördükten sonra, deniz fenerinin yanında eşlerini bekleyen kadınların ya da denizdeki sandallarda ellerinde balıklarla ayakta duran balıkçıların yanında bulursunuz kendinizi.
Bu muhteşem manzaradan ayrılıp eski limanın olduğu kısma geldiğinizde, yan yana dizili yatları ve sandalları görürsünüz. Zengin misafirleri ağırlayan bu uzak diyar yolcuları ile denize açılır gözleriniz. Kıyı boyunca dizili lokantalarda, birbirinden değişik lezzetleri deneyebilirsiniz. 1876 yılında inşa edilen vilayet binasının güzelliğine bakmaya doyamazsınız. La Liberte yolu boyunca çınarların eteğinde şehre karışırsınız. Karşıdan görünen saat kulesinin saati öğleden sonraya denk gelmişse, yaşlı petanque oyuncuları arasından geçer, sokak satıcılarının tezgahlarına takılırsınız. Özellikle güney bölgelerde oynanan petanque oyunu buraya gelen turistlerin ilk dikatini çeken şeylerdendir.
Çocukluğumda mahalle aralarında oynadığımız top oyunları vardı. Bir de bir tenekeyi ortaya diker, elimizdeki taşlarla ona hedef alırdık. Adını hatırlamadığım bu tür hedefe vurma oyununu zaman zaman üstüste dizdiğimiz kiremitleri topa vurmak suretiyle oynardık. Bir de misketlerimizle toprak üzerinde yuvarlanır dururduk. 18. yüzyıla hatta daha da öncesine dayanan bu oyunların temeli bizim çocukluğumuzdaki gibi hedefe vurma ve diger topları hedeften uzaklaştımaya dayanan oyunlarla atılmış. Artık buradaki provençal diye adlandırılan yörenin olmazsa olmaz bir oyunu olarak biliniyor. 1910’lara dayanan petanque oyunu ise geçmisteki top oyunlarının kendine özgü kurallarla oynananı. Top dediğime bakmayın, bir avuca sığacak büyüklükte demir bilyeler diyebiliriz. İki oyuncu ya da iki takımla oynanan bu oyunda her oyuncuya ait 3 top (boule) var. Ve oyuncular cochonnet denilen küçük hedef topuna en yakın yere ellerindeki topları fırlatmaya calışıyorlar. 13 puan üzerinden oynanan oyunda yakın topa vurmaya calışırken rakibin topunu uzaklastırmak ve hedefe en yakın duruma geçme şansınız var. Zaten hedefe yaklaşamayan oyuncuların ilk düşüncesi de bu olup, hedefe en yakın rakiplerini devre dışı bırakmaya calışıyorlar. İnce hesaplarla, hatta cetvellerle ölçülen hedefe yakınlık tartışmaları büyük kavgalara bile dönüşebilir. Ne de olsa Akdeniz kanı taşıyorlar. Iyi bir petanque oyuncusu olmanız için pastis içmeyi de bilmeniz gerekir. Bu bir kural değil. Sadece benim görüşüm. Pastis bizim rakıya ve Yunanların uzosuna benzer, içeriği anason olan bir aperatif içkisi. Bu içki tıpkı rakı gibi su katılarak içiliyor.
Petanque oynayanları seyrederken ağaçların gölgesindeki banklarda dinlenebilirsiniz.
Sabahları erken kalkarsanız, Forville’deki kapalı pazar alanını mutlaka gezmenizi öneririm. Balıkçıları, çiçekçileri, şarküteri ürünleri satıcıları ve taze meyve sebze pazarcıları ile cıvıl cıvıl bir yer. Pazartesileri hariç, sabahın erken saatlerinden öğlene kadar süren bu pazar sizi şehrin bambaşka bir yüzüyle tanıştıracaktır.
Zengin ve ünlü markaların yer aldığı mağazaları keşfetmek için ya La Croisette’de ya da Rue D’Antibes’te gezinmeniz gerekecektir. Birbirinden ünlü mağazaları ağırlayan bu caddelerde her keseye uygun alışveriş imkanı mevcuttur. Ama buralara ait hediyelik bir şeyler ararsanız ara sokaklarda dolaşmanız iyi olacaktır. Trafiğe kapalı alanda yer alan eski sokaklarda kalabalığa karışıp keyfinizce dolaşabilirsiniz.
Cannes’dan bahsederken La Croisette’e bir iki satır değinmek yeterli olmaz sanırım. Film Festivali boyunca ünlü konukların arabalarını ağırlayan bu büyük bulvarı süsleyen palmiyeler buranın simgesi olmuş durumda. Bulvarın bir tarafında deniz ve plajlar, diğer tarafında da en ünlü otellerin sıralanması turistler için görsel bir şölen oluşturmaktadır. 1911 yılında inşa edilmiş Carlton Oteli benim burada görmekten zevk aldığım en favori binalar arasında. Yine bulvar boyunca Majestik, Grand Hotel, Miramar, Martinez ve Noga Hilton aklıma gelen diğer oteller. Birinci katı Cannes’daki kültür aktivitelerinin yönetim merkezi olan La Malmaison ve bahçesi özellikle gece ışıklandırması ile büyüleyici bir güzellik sunuyor. Yorulmazsanız sahil kenarında yer alan en popüler binalardan olan  Palm Beach’e kadar bile yürüyebilirsiniz.
Her otelin deniz kıyısında yer alan plajlarının yanısıra plaj lokantaları da sahil boyunca şehrin içinden denize girebilme imkanı sunuyor. Bunun dışında Festival binasının yanındaki halk plajından ya da yeni limanın yakınındaki halk plajlarından da denize girme imkanı var.  Eklenen yeni binası ile kapasitesi arttırılan Festival ve Kongre binası yıl boyunca Film festivali dışında MIDEM ve MIP TV gibi müzik ve televizyon sektöründeki önemli etkinliklere de ev sahipliği yapmaktadır. Hemen hemen her ay başka bir etkinlik ve bu etkinliği takip eden profesyoneller sayesinde Cannes esnafının yüzü hep gülmektedir. Zira yazın turist akını olup, kışın işlerin durduğu şehirlerden değildir Cannes.
Yeni liman ve eski liman arasındaki sahil turunuzu hiç bitirmek istemeyeceksiniz. Yaz boyunca sabahın ilk ışıklarından gecenin karanlığına kadar her daim hareketli olan bu yol boyunca karşınıza çıkacak sürprizlere hazır olmalısınız. Öğleden sonra ve akşama doğru artan sokak satıcıları, büfeleri, dondurmacıları, sokak ressamları ve çeşitli animasyonlar sergileyen sokak göstericileri ile hep canlıdır.
Şehrin çeşitli köşelerine yayılmış diğer güzel villaları da görerek Cannes hakkında daha çok fikir sahibi olabilirsiniz. Lüks yapıları ve güzel manzaraları ile tanınan California Bölgesi 19. yüzyılın sonlarından beri zengin kesimin gözdesi olmuştur. Çoğu İngilizler tarafından inşa edilen ve hala eski cazibelerini koruyan bu villalar yapıldıkları dönemlerin en belirgin özelliklerini taşımaktadırlar. Gotikten, neoklasiğe kadar farklı mimari özellikleri bir arada bu kadar cazibeli kılan ise, masmavi denizin ve yeşilliğin içiçe geçmiş uyumu olsa gerek.
Denizin, güneşin cömert davrandığı şehirlerdendir Cannes. Gece ayrı, gündüz ayrı bir yüzünü gösterir size. Ara sokaklarında hayallerinizin peşine düşmezsiniz belki ama birbirinden göz alıcı vitrinleri ile hep sizi çeker. Palmiyelerin süslediği, deniz sesinin kulaklarınızdan hiç gitmediği büyük caddelerinde, tarih kokulu eski sokaklarında dolaşırken zenginliğin ve bir parça yoksulluğun bir arada gözünüzün önünden akıp gitmesini seyredersiniz. En lüks arabaların motor seslerine karışan eski motosikletlerle, kocaman yatların arasında dimdik duran küçük sandallarıyla, şık mağazaların yanına dizilmiş ucuz mağazaları ile her bütçeden turisti ağırlamaya hazırdır.
Vaktiniz kalırsa kendinizi Lerin adalarına kalkan motorlardan birine atıp denizin ortasından şehre bir bakın derim. Ayrıca denize girmek için şehrin plajları yerine adaları tavsiye ederim.
Geceleyin şehrin ışıklarından gözünüzü alabilirseniz göğün karasında kendi yıldızınız arayın. O size kendi öykünüzü uyduracaktır. Bakarsınız eteklerinde lavantalarla balıkçı sevgilisini bekleyen kadının gölgesi sizin öykülerinizde de denize el sallar.
             
Gözlerimi kapattığımda, dolaştığım sokaklarının kaç adım olduğunu hatırladığım şehirlerden Cannes’ı turist gözüyle bu kadar canlandırabiliyorum kafamda. Yarın sabah Forville pazarına uğrayıp taze sebze ve meyveleri dolduracağım sepetime. Belki ismi şiir olan kafede çikolatalı krepimi yiyip, sütlü kahvemi yudumlarken şehrin bende bıraktıklarını düşüneceğim. Kalabalığa isyan edip, sıcaktan dert yanacağım duraktaki yaşlı bayana. Ve turistlerin daha az olacağı kış günlerini beklemeye koyulacağım.

Gözlerimin değdiği ama hala kalbimdeki adını koyamadığım şehirlerden Cannes.
Belki büyülü ve ulaşılmaz. Belki çok sıradan ve çok doğal.
Sizin ne bulacağınız ise sizde gizli. Ben bende kalanları paylaştım sadece.

2002 Yaz

       
   

           


HAYAT KALDIĞI YERDE

Hayat kaldığı yerde

Yeni bir sabaha daha uyanmıştı. Her zamanki gibi erkenden perdelerini açtı. Yeni yeni aydınlanmaya başlayan gökyüzüne bakıp derin bir iç geçirdi. Sonra biraz evvel yanından kalktığı adamın çocuk yüzüne bakıp belli belirsizce gülümsedi. O gülümserken yüzünden düşen yıldızlar hem acıyı hem sevinci yansıtıyordu aynada.
İyi ki hala yanımdasın diyordu.
Keşke eskisi gibi ayağa kalkabilsen diyordu.
Ya bir gün senden önce uyanamazsam.
Masum bir bebek gibi uyuyan yaşlı adamın yanağına bir öpücük kondurup güne başladı.
Pembe rengi uçmuş sabahlığını üzerine geçirip, yatağın altında duran hafif topuklu terliklerine uzandı. Ayağa kalktığında beyaz saçlarını eliyle şöyle bir düzeltti. Her zaman aynaya bakıp kendine çeki düzen ver diyen babaannesinin sesi yankılandı kulağında. Eski zaman kadınlarının zarif inceliklerini takındı aynanın karşısında. Beyaz saçları kendiliğinden siyaha döndü. Kahverengi lekelerle dolu elleri beyaz bir pamuk tarlasını hatırlatıyordu. Yüzü aydınlandı. Yeşile çalan ela gözlerinden saçılan parıltılarla yatakta uyuyan adama bir kere daha baktı.
Çok uzun zaman olmuştu.
O hep gencecik kaldı, ben kocadım diye düşündü.
Yok aslında zor değildi. Beni en çok sessizliğin yordu.
Gardırobun kapağındaki boy aynasında uzun uzun kendini seyrettikten bir zaman sonra banyoya yöneldi. Hava hala aydınlanmamıştı. Evin içine dolan belli belirsiz sabah ışığında bir önceki geceyi hatırladı. Kızı, oğlu, torunları hep beraber yemek yemişlerdi. Şimdi bu belirsiz aydınlıkta onların yüzleri doldu odaya, sessiz sabah kalabalıklaştı. Evin içinde çocuk sesleri...
Bebek sesiyle uyandığımız günler ne kadar gerilerde şimdi.
Aslında o sesler sana daha yakın.
Bebektiler ağladılar.
Sonra kahkahaları doldu.
Karne kırıklarına ağlamaları, aşk acıları
Evden ilk ayrılıkları.
En son hangi sesi hatırlıyorsun?
Geceliğini çıkartıp gece yatmadan hazırladığı keten elbisesini giyindi, sonra mutfağa gitti. Artık gün ağarmış, dışarının sesleri artmıştı. Okula giden çocukların sesi, tek tük geçen arabaların motor sesleri, balkona konan güvercinlerin kanat sesleri tıpkı diğer sabahlardaki gibiydi. Sonra sabaha eklenen diğer sesler...
Ben yıllardır bu sesleri duyarken, sen hep sessiz kaldın.
Ocağın üzerindeki çaydanlıktan çıkan buhara baktı. Sonra kaynayan suyun sesini dinledi, dışarıda anne diye bağıran bir çocuğun sesini duydu. Buzdolabından peynir, zeytin çıkardı. Her akşam sokak kapısının tokmağına asılı bıraktığı bez torbanın içinde yine sıcacık ekmeğini buldu. Yorgun bacakları isyan edeli beri sabahları ekmeğini kendi alamaz olmuştu. İşte yine yeni bir gün başlıyordu. Radyoyu açıp sabah haberlerini dinlemeye koyuldu. Sonra sevdiği program başladı. Şarkılar, türküler...
İşte tam o şarkı çalarken yüreği yandı. Yatak odasına doğru koştu hızla. O masum çocuk yüzlü adam hala gözleri kapalı yatıyordu yatakta. Gözleri doldu, usulca yanına sokuldu.
-Ben seni unutmak için sevmedim....

Ter içinde sırılsıklam uyandı yaşlı kadın. Sabahın tüm ışıkları odaya dolmuştu. Duvardaki büyük çerçevede asılı duran fotoğrafa baktı. Fotoğraftaki adamın yüzü gencecikti. Henüz 32 yaşındaydı. Daha yaşamın kırışıklıkları değmemiş gencecik bir yüz. Öylece de kaldı. Yaşlanmayan bir adam. Kadın sonra yatağının boş kısmına baktı.
-İlk defa ikimizi de aynı yaşta gördüm, dedi fotoğraftaki adama.
-Sen yine konuşmuyordun ama aynı yaştaydık. Sensiz 50 yıl nasıl geçmişti? Sensizliğimi senle geçen on  yılımla teselli ettim. Bu bana yetti.
Yaşlı kadın yataktan doğrulup aynaya doğru yöneldi. Yüzünün bir yanına pencereden gelen güneş değiyordu, aydınlıktı. Diğer yanı yorgun ve yaşlı kalmıştı.
Yine sabah olmuştu. Hayat devam edecekti ve yüzünün tamamını pencereden gelen güneşe doğru döndürdü...

30.4.11

facebook alıntıları

unutmayacağım sözler sarf ediyorum bazen, unuturken bile aklımda kalanlar...sonra bir gün bir yerde yazıya dönüyor..seviyorum bu ardısıra sözcükleri, dudak aramdan çıkamayacak kadar uzun geliyor bazen, işte o anlarda kes yapıştır yaparak dolaşmak istiyorum...

zaman zaman facebook profilime yazdıklarımı paylaşacağım...unutmayayım diye nakarat yapıyorum aslında...

"kimse kimsesiz olduğunu bilmiyor...sabah uyandım, yan komşum gülümsüyordu, çok geçmedi yüzü düştü...bir ölüm haberi daha aktı gözyaşlarından...hayat dedim, bir varsın, bir yoksun..o zaman saklambaç oynamaya da gerek yok...sadece çocukluktan kalan bir alışkanlık...."

"gamsız...aradığım ruh hali buymuş...profilime ekleyim bir zahmet..."

"çoğunluk çoğulken tekilleşen bir dünyanın ıstırabı gibi...çoğaldıkça aynı kefeye sığışmaya çalışan tek tip elmalar gibi terazinin diğer tarafındaki ağırlıklardan daha hafif düşüncelere kayıp gidiyoruz...keşke bir dinlesek birbirimizi, biraz da dinlensek..."

TRAMVAY

taksimdeydim diyebilmenin, tünele uzanmanın tek imzası...tüm kalabalığına rağmen beyoğlunu çekilir kılan yegane nostalji...değişen şehrin, değişen sokakların, değişen yüzlerin değişmeyen tek sevinci. o kalabalık caddede özgürce salınan tek güzel...

beni de götür


dünyayı dolaşsam, tüm güzellikleri görsem dahi...,işte şu manzara karşısında hüzünlendiğim, ümitlendiğim, sevinçlendiğim kadar olabilemem gibi geliyor...
boğazda salınan bir gemi, içine beni, kızlarımı, düşlerimi alıp gidiyor...bir fotoğraf karesine girerken farkında değil ama aslında bir hayatın tüm zamanlarına özlem olarak, özlemek olarak dalıp gidiyor...
o gemide benim istanbulumdan kalan hatıralarım var...

29.3.11

BAHAR GELDİ...BEN DE

Artık uzatmadan, aksatmadan burada olmayı istiyorum...Elden geldiği kadar.



Şubat Nice Karnaval